1- FATİH SULTAN MEHMET'E VERİLEN MÜTHİŞ DERS!

Fatih Sultan Mehmet Han çocukken çok yaramaz bir öğrenciydi. Ders esnasında yaptığı şımarıklıklarla Hocası Akşemseddin’i çileden çıkarırdı. Hocası kendisine kızdığı zaman hemen “Ben Padişahın oğluyum bana bir şey yapamazsın” deyip tehdit ediyordu. Padişaha şikâyet etmeyi edepsizlik sayan Akşemseddin durumu II. Murat’a anlatamıyordu. Ancak gün geldi artık küçük Mehmet’in yaptığı yaramazlıklar çekilmez hale geldi.

Bunun üzerine destur dileyip II. Murat’ın huzuruna çıktı. “Padişahım size bir hususu arz edeceğim ancak hayâ ediyorum” deyince II. Murat “Buyur çekinmeden anlatabilirsin” dedi. Bu söz Akşemseddin’i rahatlattı ve başladı olayı anlatmaya. Padişahım oğlunuz, ciğer pareniz Fatih çok yaramaz, onun yaramazlıkları yüzünden ders işleyemiyorum, kendisine kızdığım zamanda hemen sizinle beni tehdit ediyor deyince II. Murat Akşemseddin’in yanına gelerek kulağına bir şeyler fısıldar. II. Murad’ın kulağına söylediği sözleri duyan Akşemseddin Aman yarabbi bu ne plandı, mümkün değildi bu planı uygulamak. Akşemseddin plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiyse de Padişah onu dinlemedi ve bu iş olacak dedi.

Ertesi gün yine derste Fatih Sultan Mehmet yaramazlık yapıyordu. Akşemseddin’in uyarısına aynı tehdit cevabını verdiği sırada Padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi. Bu olay karşısında Akşemseddin hiddetlenerek Padişaha bağırdı ve bir tokat atarak, bu şekilde sınıfa giremeyeceğini izin istemesi gerektiğini söyleyerek derhal dışarı çıkmasını istedi. Padişah mahcup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı çıktı. Olaylar karşısında Fatih Sultan Mehmet’in nutku tutulmuş ne yapacağını şaşırmıştı. Güvendiği babası tokat yemişti. Fatih Sultan Mehmet allak bullak olmuştu. Az sonra kapı vuruldu ve Padişah mahcup bir şekilde içeri özür dileyerek girdi. Plan muhteşem bir şekilde işlemişti. O günden sonra Fatih Sultan Mehmet asla yaramazlık yapmadı. Çünkü güvendiği dağlara kar yağmıştı. İşte II. Murad’ın Akşemseddin’in kulağına fısıldadığı sözler, işte Osmanlı Devleti’nin çocuk eğitimine ve terbiyesine verdiği önem.

2- ACELE KARAR VERMEYİN

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

-"Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış:

-"Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...

–İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.

Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.

-"Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var."

-"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden

-"Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.

-"Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.

İhtiyar:

-"Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş."O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler...

-"Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."

-"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu

3- KEŞKESİZ BİR HAYAT İÇİN EŞİNİ İYİ SEÇ!

Doğru eş; her zaman uzun zaman flört ettiğin kişi değildir. Önemli olan kısa zamanda da olsa fikirlerinin uyuştuğu, yaşam tarzlarının benzediği, espiri anlayışının yakın olduğu ve zor zamanlarında hep yanında olacağını bildiğin kişiyi seçebilmektir. Dertlerini, sevinçlerini paylaşabileceğin, fikirlerine, olaylara bakış açısına güvendiğin, senin fikirlerine saygı duyan insanı. Konuşmaktan sıkılmayacağın, hayata küstüğün zaman seni kabuğundan çıkartıp eğlendirebilen, gözlerine baktığında ne söylemek istediğini anladığın, aynı zamanda iyi bir arkadaş olabilen, seni sen olduğun için sevebilecek ve bunu kaldırabilecek birini eş olarak seçmelisiniz! "Dünya da böyle biri var mı?" diye soranlara 'Emin olunuz ki vardır!' derim. Onu fark edebilmek için sadece etrafınıza bakmanız yeterli olacaktır.

4- NEDEN BEN?

Efsane Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS'ten ölüm döşeğindeydi.


Hayranlarından biri sordu.

“Allah böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?”

Arthur Ashe cevap verdi:

“Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50 si Wimbledon a kadar gelir, 4 ü yarı finale, 2 si finale kalır.


Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allah'a

“Neden ben?” diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Allah'a nasıl

“Niye ben?” derim?


Allah'a asla “Neden ben” diye sormayın.

Ne olacaksa olur…

5- OĞLUMUN ÖĞRETMENİNE

Oğlumun Öğretmenine,

Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını.

Fakat şunu da öğret ona; her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış bir lider vardır.

Her düşmana karşılık bir dost olduğunu da öğret ona.

Zaman alacak biliyorum. Fakat eğer öğretebilirsen ona, kazanılan bir doların bulunan beşinden daha değerli olduğunu öğret.

Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı.

Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu.

Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona.

Bırak erken öğrensin zorbaların görünüşte galip olduklarını.

Eğer yapabilirsen, ona kitapların mucizelerini öğret.

Fakat ona sessiz zamanlar da tanı. Gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği.

Okulda hata yapmanın hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona.

Kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi.

Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı da sert olmasını öğret ona.

Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma.

Tüm insanları dinlemesini öğret ona. Fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret.

Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona.

Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.

Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini.

Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.

Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona. Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa dimdik dikilip savaşmasını öğret.

Ona nazik davran, fakat onu kucaklama. Çünkü ancak ateş çeliği saflaştırır.

Bırak sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun. Bırak cesur olacak kadar sabrı olsun.

Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır.

Bu büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsen bir bak bakalım.

O, ne kadar iyi, küçük bir insan.

Oğlum.


Abraham Lincoln

6- STANFORD

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi? Adam yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkânsızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.

Yaşlı kadın çekingen bir tavırla, "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.

Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter dayanamayarak yerinden kalktı.

"Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu. Genç rektör isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterinin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek! Olacak şey miydi bu?

Suratı asılmış sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard’da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi.

Oğulları burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle,

"Biz Harvard’da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..." "Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın. "Anıt değil... Belki Harvard’a bir bina yaptırabiliriz".

Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak,

"Bina mı?" diyerek tekrarladı,

"Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..." Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaktan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın sessizce kocasına döndü. "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde ?" Rektörün yüzü karmakarışıktı.

Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve Bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini... Stanford’u.

7- ELEŞTİRMEK

Eski çağlarda bir ressam kendi kendine sorar. Acaba gerçekten iyi bir ressam mıyım? Yoksa bana mı öyle geliyor diye bir iç muhasebe yapar. Bunu daha iyi anlamak ve bu sıkıntısını gidermek için, ressamların piri olarak kabul edilen eski ustasına gider ve derdini anlatır.

Epeyce yaşlı olan ustası kendisine en beğendiği resmini şehrin en kalabalık meydanına götürüp koymasını ve yanına da şu notu ( resimde beğenmediğiniz yerin üzerine kalemle bir daire çizin) yazmasını söyler. Bir hafta bekledikten sonra da resmi alıp kendisine getirmesini söyleyip gönderir.

Ressam denileni yapar. Büyük bir heyecan ve merakla bir haftanın geçmesini bekler. Gidip tabloyu alır, ancak çok üzgündür. Çünkü: resimde o kadar daire yapılmıştır ki resim hiç görünemez hale gelmiştir. Ustasına getirip verir. Yaşlı usta üzülmemesini ve gene en beğendiği tablolarından birisini götürüp koymasını, bu seferde yanına(resimde beğenmediğiniz yeri düzeltiniz) notunu yazmasını ve bir hafta sonra tabloyu alıp kendisine getirmesini söyler.

Ressam, yaşlı ustanın dediğini aynen yapar. Bir hafta geçer ve tabloyu almaya gittiğinde ne görsün! Tabloda hiçbir şekilde bir düzeltilme yapılmamıştır. Çok sevinir ve tabloyu alıp sevinçle ustasına getirip gösterir. Yaşlı usta;

-İşte sorunun cevabı bu ikinci tabloda gizli, insanlar haddini aşarak eleştirir. Ancaaak! İş üretmeye geldi mi kimseden ses çıkmaz der.

Eleştiriyoruz hem de hiç düşünmeden ve söylediğimizi tartmadan. Eleştirdiğimiz işin içeriğini bilmeden. Araştırmaya da gerek duymadan ağzımıza geleni söylüyoruz. Eleştirdiğimiz işin nasıl yapıldığını hangi aşamalardan geçtiğini bile bilmeden eleştiriyoruz. Hele bir de mikrofon uzatılırsa konunun uzmanı oluyoruz adeta. Eleştirmeyi gaye edinmemek şartı ile dost ve arkadaşlarımızı uyarmak, hatalarını gizli bir şekilde kendilerine bildirmek samimiyetin olmazsa olmazlarındandır. Buna kimsenin bir şey dediği de yok zaten.

İşi bilinçli yapmak en önemli özelliğidir eleştirmenin. Peki! Bilinçli bir şekilde nasıl eleştirmemiz gerekiyor?

Eleştiri başlı başına bir sanattır, üstelik zor bir sanat. Bu sanatı icra edecek olanlar için kısaca iki madde halinde kimi genel geçer tespitler yapalım:

1. Ehliyet: Ciddi eleştiri ehliyetli eleştirmenin elinden çıkar. Öncelikle bu işe ehil olunup olunmadığı sorusu sorulmalı. Ehil olmayanın yapacağı bir şey yok mu? Var elbet: Tanıtmak. Eleştiri başka. Taine, “Eleştirmek hüküm vermektir” der. Ele aldığı konuya hâkim olanlar verir hükmü. Eleştirmek ehliyetin belgesi değildir. Ehilseniz eleştirmek sizin için bir sorumluluktur zaten.

2. Araştırma: Üstünkörü okunan birkaç eseri, eleştirmek yeterli değildir. Bir arkeolog gibi kazmayı çok dikkatli vurmak, bulguların gerçek değerini iyi tespit etmek, değerli olanı olmayandan ayırabilecek bir yeteneğe sahip olmak gerekir. Eleştirmen, muhatabının ulaşa bildiği her ürünü gözden geçirmek zorundadır. Kolay bir iş değildir bu, azim ve sebat ister. Değilse uğruna bu kadar zahmeti göze alamadığımız birini ‘eleştirme hakkı’nı kullanmayacağız demektir.

Sözün özü, ehil kişilerce yapıldıkça eleştirmek çok güzeldir. Çünkü yanlış eleştiri yukarıda anlattığımız hikâyedeki iyi bir seviyeye gelmiş olan ressamımızı üzdüğü gibi herkesi üzer. Ayrıca hiçbir şey yapmayanların eleştirmeye ve eleştirilmeye de hakları yoktur. Yani eleştiri ehliyetli kişilerde olduğu zaman bu kadar da önem arz eder.

8- ÇOCUK GÖZÜYLE BAKABİLMEK

Babası İspanya’nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkûmdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkûmlara verilmesi yasaktı.


Bu sebeple kâğıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı...


Çok üzülmüştü küçük kız...

Babasına söyledi bunu, o da "üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?" dedi.


Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası keyifle resme baktı ve sordu: "Hımmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?


Küçük kız babasına eğilerek, sessizce:" Hşşşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!"

9- KUYUMCU

Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip: "Oğlum" der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.

Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar.

İlk önce bir bakkal dükkânına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar.

Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der.

İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.

Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu der benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm."

En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?" Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm."

Öğrenci, "Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar:

"Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim."

Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer

tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler.

Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır.

Bilge sorar: "Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?"

Öğrenci: "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık" diye cevap verir.

Bilge hoca çok kısa cevap verir: "Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve o değerini bilenin yanında kıymetlidir."

Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır.

Mesele kuyumcuyu bulmaktadır...

10- KUŞ

Küçük bir kuş ayazda yiyecek bulmak için dışarı çıkmış. Hava soğuk olduğu için kuş dayanamayıp karın üstüne düşmüş.

Kuş çaresiz ölümü beklerken oradan geçen bir inek sürüsü kuşun üstüne pislemiş. Kuş tam ineğe küfredecekken pisliğin sıcaklığıyla kanatları çözülüvermiş. Kuş sevinçle ötmeye başlamış oradan geçen bir kedi kuşun sesini duymuş ve pisliği eşeleyip kuşu çıkarmış.

Kuş tam teşekkür edecekken kedi onu yemiş.

Demek ki neymiş;


1-Her üstüne sıçanı düşmanın sanma.

2-Seni her pislikten kurtaranı dostun sanma.

3-Ve en önemlisi pisliğin içinde bile mutluysan, sesini çıkarma.


11- ÖRNEK EVLİLİK

Evvel zaman içinde memleketin birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç görünümlü bir adam yaşarmış? Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve sorarlarmış, bu gençliğin sırrı nedir diye. İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya. Ama sorular sık, soranlar çoğalınca cevap vermek vacip olmuş sanki.

Düşünmüş nasıl anlatırım bu sırrımı kolayca herkese. Sonra karar vermiş tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine.

''Bu davette size sırrımı açıklayacağım demiş. Herkes merakla davete gelmiş. Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş. Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş. Herkes konu ne zaman açılacak diye merek ederken Adamcağız huri gibi sevimli hanımına seslenmiş:

Hatun, şu kilerde bir karpuz getirir misin bize sana zahmet! Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz getirmiş. Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da:

Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin bir zahmet demiş. Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış yine beğenmemiş.

Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane getirir misin demiş, başka istemiş? Bu böylece üç dört sefer daha tekrarlamış.

Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş, misafirlere ikram edilmiş? Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş.

Eeee?

Arkadaşlar işte benim gençliğin sırrı burada anladınız mı?

Herkes birbirinin yüzüne bakmış. Kimse bir şey anlamamış.

"Aman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı! Dedecik gülmüş.

Efendiler demiş, o gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu. Bir kere bile aman be adam, deli misin nesin şu tek karpuzu ne taşıttırıyorsun bana defalarca demedi.

Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi. İşte ben bütün gençliğimi bu hanımıma borçluyum. Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz. Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız, iyi kötü her olayı da birlikte paylaşırız demiş.

12- GERÇEK SEVGİ

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:

"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?"

Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine.

Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

"Ermiş bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş.

Peki demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa.

"Buyurun" deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan. İşte demiş ermiş, 'kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.

13- ALLAH'A GİTMEZSEN!

Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal tıraşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerine konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı.


Berber: “Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah’ın varlığına inanmıyorum.”


Adam: “Peki neden böyle diyorsun?”


Berber: “Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu, terk edilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimse acı çektirmez, birbirini üzmezdi. Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum.”


Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki tıraş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkânına geri döndü.


Adam: “Biliyor musun ne var, bence berber diye bir şey yok.”


Berber: “Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim.”


Adam: “Hayır, yok. Çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı.”


Berber: “Hımmm… Berber diye bir şey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?”


Adam: “Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var ve insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!”

14- SOKRATES’İN ÜÇLÜ FİLTRE TESTİ

Bir gün Sokrates`in arkadaşlarından birisi heyecanla gelir ve Sokrates`e:

-Sokrates, öğrencilerinizden biri hakkında ne duydum, biliyor musunuz?

—Bir dakika! “der Sokrates.” —Anlatmadan önce bir testi geçmen gerekiyor; 3 sorulu test.

—3 sorulu test?

—Evet der Sokrates, 3 sorulu test! Öğrencim hakkında duyduğun şeyi bana anlatmadan önce, söylemek istediğin şeyi 3 sorulu bir filtreden geçirelim. İlk olarak söyleyeceğin şeyin doğruluğundan emin misin?

—Hayır, ama duyduğuma göre…

—Tamam der Sokrates, yani emin değilsin, şimdi 2. sorum; bana söylemek istediğin şey öğrencim hakkında iyi bir şey mi?

-Eh pek sayılmaz, ama…

—Yani der Sokrates, bana öğrencim hakkında söylemek istediğin şeyden emin değilsin ve bunun çok iyi bir şey olduğunu da düşünmüyorsun. Peki, bu söyleyeceğin şey benim için kullanışlı olacak bir şey mi?

-Yo, hayır. Pek değil.

—E peki bana doğruluğundan emin olmadığın, benim için kullanışlı olmayan ve kötü bir şeyi niye söylemeye çalışıyorsun?

15- YA SEN, İNANIYOR MUSUN?

Hamile bir kadının karnında iki bebek konuşuyor, biri imanlı diğeri imanlı değil.


Biri diğerine soruyor: Sen doğumdan sonraki hayata inanıyor musun?


İmanlı: Tabiî ki, doğumdan sonra bir hayat olduğunu herkes biliyor, biz buradayız çünkü ileride (doğumdan sonra) olacaklara hazır olmalıyız, güçleniyoruz.


İmanlı olmayan: Bunların hepsi saçmalık! Doğumdan sonra hayat falan yok! Yani doğumdan sonraki hayatı düşünebiliyor musun? Nasıl bir hayat olabilir ki?


İmanlı: Her şeyi tam ayrıntılarıyla bilmiyorum ama orada ışık, sevinç olacak. Mesela kendi ağzımızla yemek yiyebileceğiz.


İmanlı olmayan: Bu çok komik! Bizim kendi göbek bağımız var, onun sayesinde besleniyoruz ve oradan hiç kimse geri gelmedi! Doğumdan sonra hayat bitiyor!


İmanlı: Hayır! Ben doğumdan sonraki hayatın tam olarak nasıl olduğunu bilmiyorum ama şunu biliyorum ki, doğumdan sonra anneyi göreceğiz, ve o bizimle ilgilenecek.


İmanlı olmayan: Anneyi mi? Sen anneye mi inanıyorsun? Nerede o?


İmanlı: O her yerde, o bizim etrafımızda, onun sayesinde biz yaşıyoruz. Onsuz biz hiçiz!


İmanlı olmayan: Tam bir saçmalık! Ben anne falan görmedim, belli ki yok!


İmanlı: Ben buna katılmıyorum! Çünkü etrafta sessizlik olduğunda onun şarkı söylediğini duyabiliriz ve bizi okşadığını hissedebiliriz. Ben inanıyorum ki bizim gerçek hayatımız doğumdan sonra başlayacak!


Ya sen, inanıyor musun?

16- MUHAMMED ALİ CLAY’IN CNN MUHABİRİNE VERDİĞİ CEVAP

Eski dünya boks şampiyonu Muhammed Ali CLAY’in 11 Eylül olaylarından sonra dünya ticaret merkezini ziyareti esnasında Amerika’nın haber televizyonu CNN’nin Hıristiyan muhabiri Mc Oneil’in sorusuna verdiği akıllıca cevaptır.


CNN muhabiri Mc Oneil: “Sayın Muhammed Ali, bu dehşetin meydana gelmesine sebep olan teröristlerle aynı dinin mensubu olarak neler hissediyorsunuz?”


Muhammed Ali: “Siz, Hitler ile aynı dini paylaşan bir mensup olarak neler hissediyorsanız aynısını…”

17- CEVABIN EN ETKİLİSİ

Yavuz Sultan Selim zamanında, İran Şahı mücevherlerle süslü bir sandık gönderiyor. Sandığın içinden kıymetli taşlar ve kadife kumaşlar çıkıyor. Sultan Selim en son kumaşı kaldırınca odaya pis bir koku yayılıyor. Sandığın içinden insan pisliği çıkıyor.


Cihan Padişahı Sultan Selim'e ve Osmanlı'ya çok büyük hakaret... Sultan Selim hemen emir veriyor;


-"Herkes düşünsün uygun bir cevap verilecek." Yine uygun cevabı kendisi buluyor.


Değerli taşlar ve kumaşlar içeren süslü bir sandık hazırlatıyor. Sandığa bir de sadece İstanbul'da gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu eklettiriyor.

Kutunun içine de bir not yazıyor.


Sandık İran şahına ulaşınca sandığı açıyorlar. Değerli taşları ve kumaşları çıkardıktan sonra oda gül kokusu yayan bir kutu lokum görünce şaşırıyor. Lokumlardan birer tane yedikten sonra İran Şahı notu görüyor.


Kâğıtta; "Herkes yediğinden ikram eder."

18- GÖL OLMAK

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi.

Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.


Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.


"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle; "acı" diye cevap verdi.


Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerideki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi.


Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:


-"Tadı nasıl?"


"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.


"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam,


"Hayır" diye cevapladı çırağı.


Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:


-"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."

19- HER İŞTE BİR HAYIR VARDIR

Soğuk bir kış sabahı sahilde bulunan küçük bir koydan bir balıkçı filosu denize açıldı. Öğleden sonra büyük bir fırtına koptu ve gece olduğunda balıkçı teknelerinden hiçbirisi limana dönememişti.


Bütün gece boyunca eşler, anneler, çocuklar ve sevgililer ellerini ovuşturup, kaybolan sevdiklerini kurtarması için Allah'a yakararak rüzgâra açık kıyıda bir aşağı bir yukarı dolandılar.


Bu berbat durumda, bir de kulübelerden birinde yangın çıktı, Erkekler olmadığı için yangını söndürüp kulübeyi kurtarmak mümkün olmadı.


Ancak gün ışıdığında, herkesin sevinçle gördüğü gibi balıkçı teknelerinin tümü de sağlam olarak limana döndü.


Fakat orada ümitsiz bir kişi varda. Bu kişi yangında evi kül olan adamın eşiydi. Kocası karaya çıkarken şöyle bağırıyordu:


-“Aman Allah’ım, mahvolduk! Evimiz, içindeki her şeyle birlikte yangında kül oldu!”


Adam ise, kadını şaşırtan şu sözleri haykırdı:


-"O yangını verene şükürler olsun! Yanan kulübemizin ışığı sayesinde bütün tekneler yolunu buldu ve sağ selim limana döndük."

20- UĞURSUZ OLAN KİM?

Garip dervişin biri büyük bir köşkün önünden geçerken evin av meraklısı ve zalim olan beyi, yardımcıları ile ava gitmek için evden çıkıyorlardır. Dervişle selamlar.


Aksilik bu ya o gün hiçbir şey vuramadan dönerler. Bey çok sinirlidir:


-“Sabah ava giderken karşılaştığımız o dervişi bulun çabuk! Onun yüzünden işlerim ters gitti. Uğursuzu getirin bana!”


Yardımcıları hemen dervişi bulup beyin huzuruna çıkarırlar. Bey kükrer:


-“Bre uğursuz adam! Senin yüzünden elimiz boş geldik! Hiçbir şey vuramadık! Tez vurun kellesini!”


Derviş, beye şöyle der:


-“Beyim sabah selamlaştık. Siz hiçbir şey vuramadınız. Ben ise kellemi kaybediyorum. Siz söyleyin, hangimiz daha uğursuzuz?"

21- BİLİMSELİ DAHA İNANDIRICI OLUYOR

Greater Idobo Falls Bilim Fuarı’nda bir lise öğrencisi yöre halkını, hazırladığı bir projeyi imzalamaya davet etti. Delikanlı "dihydrogenmonokside" adlı maddenin kullanımının tümüyle yasaklanmasını, buna olanak bulunamaması durumunda ise maddenin, çok sıkı bir biçimde denetlenmesini istiyordu.

Söz konusu maddenin zararlarını, duvarlara astığı afişle şöyle açıklıyordu:

1- Yoğun terlemelere ve kusmalara neden olabilir.

2- Doğaya büyük zararlar veren asit yağmurlarının ana unsurudur.

3- Gaz biçimine dönüşmüş durumuyla, çok ciddi yanıklara neden olabilir.

4- Kazara solunması, ciğerlere dolması, ölüme yol açar.

5- Erozyonun önemli bir nedenidir.

6- Otomobil frenlerinin etkinliğini azaltır.

7- Ölümcül kanser tümörlerinin tümünün içinde bulunduğu saptanmıştır.

Bir saat içinde tam elli bilim fuarı meraklısı kişi, delikanlının kampanya açtığı bölümü gezdi. 43 kişi, bu maddenin yasaklanması isteğini şiddetle desteklediklerini bildirdi. 6 kişi kararsız kaldı.

Yalnızca bir kişi, yasaklanması istenen "dihydrogenmonokside"in H2O olduğunu, yani yaşamın can damarı "Su" dan başka bir şey olmadığını söyledi.

Delikanlının bu projesi, "Ne kadar kolay aldatılabiliyoruz" konulu yarışmanın birincisi ilan edildi.

Delikanlı, "Kolayca saptırılmış, ama bilimsel tümceciklerle kişilerin nasıl yanlış koşullandırılabildiklerini göstermek istedim." dedi.

22- HUZUR NEREDE?

Bir gün bir kral ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.


Huzur ile ilgili bir hikâye Yarışmaya birçok sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirlerinden güzel resimler yaparlar.


Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan Kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.


Resimlerden birinde; sükûnetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı. Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu. Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor şimşekler çakıyordu Dağın eteklerinde ise köpük bir şelale çağlıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu. Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklarda ki çatlaktan çıkan mini minnacık çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyordu.


Harika bir huzur ve sükûn örneği.


Ödülü kim kazandı dersiniz?


Tabii ki ikinci resim.


Kralın açıklaması şöyle idi:


Huzur hiçbir gürültünün, sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir.


"Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir"

23- PADİŞAHIN İŞİ NE?

Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşlı görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Vezir-i azam Siyavuş Paşa sorar:


— Hayrola sultanım canınızı sıkan bir şey mi var?

— Akşam garip bir rüya gördüm.

— Hayırdır inşallah.

— Hayır mı şer mi öğreneceğiz. Hazırlan dışarı çıkıyoruz.


Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Hızlı ve kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrekten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Ahali ile aralarında şöyle konuşma geçer:


— Kimdir bu?

— Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın biri işte!

— Nereden biliyorsunuz?

— Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.


Bir başkası tafsilata girer. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerede namlı, mimli kadın varsa takar peşine.


Hele yaşlının biri çok öfkelidir; isterseniz komşulara sorun, der, sorun bakalım onu cemaatte bir gören olmuş mu?


Hâsılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah sorar:


— Nereye?

— Bilmem bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.

— Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlasak gerek.


— İyi ya, saraydan bir kaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.

— Olmaz rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

— Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz?

— Mollalığa devam. Naşı kaldırmalıyız en azından.

— Yapmayın sultanım, bunun yıkanması var. Tekfini, telkini...

— Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.

— Şurada bir mahalle mescidi var ama...

— Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

— Ne bileyim, Ayasofya‘dan Süleymaniye’den, en azından Fatih camiinden.

— Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim.


Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez.


Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar musalla taşına koyarlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.


— Sultanım der, yanlış yapıyoruz galiba! Heyecana kapıldık sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı, yetimleri vardır.

— Doğru öyle ya, neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.


Padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın aralar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. Hakkını helal et evladım der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöküp ellerini şakaklarına dayar. Biliyor musun oğlum diye dertli dertli söylenir! Bizim efendi bir âlemdi vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya.


Sonra malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı diye sorar, onlar da aldın derlerdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek dedikten sonra çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal, Huccetül İslam okurdum.


— Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki.

— Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi, tekbir alırken Kâbe’yi görmeli.

— Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?

— İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün, bak efendi dedim, sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.

— Doğru öyle ya!

— Kimseye zahmetim olmasın, diye mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim iş mezarla bitiyor mu dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

— Peki, o ne dedi?

— Önce uzun uzun güldü, sonra Allah büyüktür hatun dedi. Hem padişahın işi ne?

24- SENİN İSTİFA ETTİRDİĞİNİ, BİZ DE İSTİFA ETTİRDİK

Mehmet Akif Ersoy, Sultan Ahmet Camii’ne her gittiğinde orada iki gözü iki çeşme ağlayan yaşlı bir zâta rastlamaktadır. Bu yaşlı zât, başından geçen bir olayı kendisine anlatınca, Mehmet Akif Ersoy bundan çok etkilenmiş, bu yaşlı zatla aralarında geçen konuşmayı ise bizlere şöyle nakletmiştir:


Sabah namazlarını kılmak için Sultan Ahmet Camii’ne gidiyordum. Her sabah ne kadar erken gidersem gideyim, mihrabın bir kenarına oturmuş, saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir adam, ümitsizce, bedbin bir şekilde durmadan ağlıyor. O kadar ağlıyor ki, ağlamadığı tek bir dakikayı yakalayamadım. Nihayet bir gün yanına sokuldum ve “Muhterem” dedim,”A efendim!” dedim.

"Niye bu kadar ağlıyorsun? Allah’ın rahmetinden bir insan bu kadar ümitsiz olur mu?”


Yaşlı gözlerle bana baktı ve:


“Beni konuşturma! Neredeyse kalbim duracak.” dedi. Ben çok ısrar edince bana anlattı:

“Efendim, ben Abdülhamid Han cennet mekânın devrinde orduda bir binbaşıydım. Annem-babam vefat edince servetimiz vardı, pay-i mal olmasın diye Sadarete bir istifa dilekçesi gönderdim. Dilekçemde dedim ki: ‘Annem-babam vefat etti. Falan yerde mağazalarımız, filan yerde gayrimenkullerimiz vardır. Netice itibarıyla bunlarla ilgilenecek, ticarî işlerin yürümesi için mağazaların başında duracak bir nezaretçiye ihtiyaç vardır. Bu vesileyle şayet kabul buyrulursa, görevimden istifa etmek istiyorum.’


Bu dilekçeyi yazdıktan bir müddet sonra, doğrudan doğruya hünkârdan bana bir yazı geldi. Heyecanla gelen mektubu açtım ve okudum. Orada istifamın kabul edilmediği yazılmıştı. Öyle anlaşılıyordu ki, istifa dilekçem bizzat padişaha gönderilmişti. Ben istifa dilekçemi yenileyip, bir daha verdim. Fakat bana yine aynı cevap geldi. Bunun üzerine bizzat sultanın huzuruna çıkıp, kendisiyle şifahi olarak görüşüp istifamı vereyim, diye düşündüm. Ben, bizzat o celâdetli ve haşmetli padişahın huzuruna çıkınca:


“Hünkârım, sizden istifamın kabulünü istirham edeceğim, durumum ise böyleyken böyle” diyerek istifa sebebimi anlattım. Bunun üzerine bir müddet derin derin düşündü. İstifa etmemi istemiyordu. Yüzündeki ifadeden anlaşılıyordu. Israrıma da dayanamadı. Öfkeli bir edayla ve sanki elinin tersiyle beni iter gibi: “Haydi seni istifa ettirdik!” dedi. Tabiî ben istifamın kabul edilmesi sebebiyle çok sevindim. Döndüm geldim işlerimin başına. Derken gece müthiş bir rüya gördüm. Âlem-i manada, bütün ordular teftiş ediliyordu. Son savaşı vermek üzere, memleketin şarkında ve garbında savaşan tüm orduları bizzat Peygamber Efendimiz teftiş ediyordu.


Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm, Yıldız Sarayı’nın önünde duruyor, bütün Türk ordusu büyük bir disiplin içerisinde Aleyhissalatü Vesselam’a teftiş veriyordu. O esnada orada Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri de vardı. Sultan Abdülhamid Han cennet mekân ise, edeble, kemerbeste-i ubûdiyetle Kâinatın Efendisi’nin hemen arkasında duruyordu. Derken benim birlik geldi. Başında kumandanı olmadığı için askerler darmadağınıktı.


Bu hâli gören Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm, Abdülhamid’e dönüp buyurdu ki:


“Ey Abdülhamid! Nerede bu ordunun kumandanı?” Bunun üzerine Sultan Abdülhamid, mahcup bir hâlde başını önüne eğmiş olarak, hürmet-i edeple Efendimize:


“Ya Resûlallah! (s.a.s) Bu ordunun kumandanı çok ısrar etti, istifa ettirdik.” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm:


“Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik.” buyurdu. Ben ağlamayayım da kim ağlasın?

25- MEVLANA ve HACI BEKTAŞ VELİ

Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi birşey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli’nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli’ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli helal değildir diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam mevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana’ya anlatır. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli’ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana’ya bunun sebebini sorar.

Mevlana şöyle der: – Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş Dergahı’na geri gider ve Hacı Bektaş Veli’ye, Mevlana’nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş Veli’ye sorar.

Hacı Bektaş da şöyle der: – Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana’nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.

26- KURBAĞALARIN YARIŞI

Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış.

Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş:

“Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!”

Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. Seyirciler bağırıyorlarmış:

“Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar...

”Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş:

“Bu başarının sırrı nedir dostum?” Ama yanıt alamamış. O anda farkına varmışlar ki. Kuleye çıkan kurbağa sağırmış!

27- ARADA BİR İYİLİK YAPIN, GÜZELLİKLERE NEDEN OLUN

Tüm ülkede bu slogan büyük bir hızla yayılıyor. San Francisco'da soğuk bir kış günü. Arka koltuğu Noel armağanlarıyla dolu kırmızı renkli Honda marka bir arabada bir kadın otoyol gişesine yaklaşıyor ve yüzünde hoş bir gülümsemeyle gişeye yedi bilet bedeli uzatarak, "Kendi arabamın ve arkamdaki altı arabanın bedeli " diyor. Arkadaki altı araba gişeye gelip, geçiş bedellerini ödemek istediklerinde kendilerine sırayla, "Bir bayan sizin geçiş bedelinizi ödedi, efendim" deniyor. Honda marka arabanın içindeki kadın, arkadaşının buzdolabında yazılı olan "Arada bir iyilik yapın, güzelliklere neden olun" sloganını okumuş ve hemen harekete geçmiş.


Judy Foremann evinden yüz mil ötedeki bir deponun duvarlarına sprey boyayla yazılmış olan aynı sloganı farketmiş. Birkaç gün sonra sloganın ne olduğunu unutunca, onca yolu gidip, tekrar okumuş ve not almış. "Çok güzel bir slogandı" diyordu, "Sanki Tanrı'nın gönderdiği bir mesajdı."

Öğretmen olan eşi Frank de sloganı çok beğenmiş ve yedinci sınıf öğrencilerini okuttuğu sınıfın duvarına asmış aynı sloganı. Frank'in öğrencilerden birinin annesi, yerel bir gazetede köşe yazarıymış. Köşe yazarı, kaynağını ve anlamını tam olarak bilememesine karşın, slogana sütununda yer vermiş. İki gün sonra Anne Herbert ile konuşmuş. Uzun boylu, sarışın ve kırk yaşındaki Herbert, ülkenin en varlıklı kesimlerinden biri olan Marin'de yaşıyor ve değişik işler yaparak geçiniyormuş. Herbert bu sloganı Sausolita'da bir restoranda yemek yerken Amerikan servisinin üzerine yazmış ve unutmuş. Aynı masada oturan bir erkek müşteri bu sözleri okuyunca çok hoşlanmış ve yanındaki Amerikan servisin üzerine yazmış.

Herbert, "İşte" diyor. "İyilik yapın, arada bir"


Herbert'in fantezileri şunlardı: 1-) Çirkin renkli okullara girip, sınıflarını canlı renklere boyamak, 2-) Şehrin yoksul kesimlerindeki evlere girip, mutfaklarına sıcak yemekler bırakmak, 3-) Yaşlı ve gururlu bir kadının çantasına gizlice para bırakmak. Herbert, "Nasıl şiddet kendi kendine büyüyen ve çevreyi olumsuz yönde etkileyen bir şeyse, iyilik de aynı hızda büyüyen ve çevreyi olumlu yönde etkileyen bir şeydir" diyor.

Artık bu slogan sürekli olarak yayılıyor, arabaların, duvarların üzerinde görüyorsunuz bu sloganı. İnsanlar mektuplarını, kartlarını sonlandırırken en alta bu sloganı yazıyorlar. Slogan yayıldıkça, insanlar da giderek daha çok iyilik yapmaya başlayacaklar.

Oregon eyaletinin Portland şehrinde bir adam park süresi dolan yabancı bir arabanın parkmetresine bozuk para atabilir. New Jersey, Paterson'da birkaç kişi biraraya gelerek, yaşlı bir çiftin şaşkın bakışları altında evlerini, bahçelerini temizleyip, bahçelerine çiçekler dikip, onları mutlu edebilir. Chicago'da genç bir delikanlı kendi bahçesini temizlerken, yandaki komşularının bahçesini de temizleyebilir.

Bu olumlu bir anarşidir, hoş bir kargaşadır. Boston'da bir kadın çekinin arkasına, banka memurlarını mutlu etmek için "Mutlu Noeller!" yazabilir. St. Lois' de bir adam, arabasına arkadan çarpan, panik halindeki bir kadına, "Üzülmeyin, sadece bir çizik!" diyebilir.

Güzel davranışlar yayılabilir: Bir adam otoyolun kenarına ağaç dikebilir, üstü başı yoldan geçen arabalar nedeniyle çamur içinde kalarak. Seattle'da bir adam kendisini şehrin tek yetkili temizlik şirketi kabul edip, marketlerin alışveriş arabasıyla yolu üzerindeki çöpleri toplayabilir. Atlanta'da bir adam parkta oturduğu bankın üzerindeki grafitileri temizleyebilir.

Neşelenmedikçe gülümsemenin olanaksız olduğu söylenir. Aynı şekilde, dünya daha yaşanacak bir yer olmadıkça, sorunlarını unutup, başkalarına iyilik yapmanız da olanaksızdır. Ve hoş bir duygu yaşamadan, yapılan hoşlukları takdir edemezsiniz. Otoyolda geçiş ücretinizin bir başkası tarafından ödendiğinizi düşünün bir kez, siz de hemen bir başkasını mutlu edecek bir şey yapmaz mıydınız? Kavşakta durduğunuzda yanınızdaki arabanın sürücüsüne selam vermez miydiniz? Bankadaki yorgun memura gülümsemez miydiniz? Ya da, daha büyük, daha önemli bir iyilik yapmaz mıydınız? Bütün devrimler böyledir, her şey yavaş yavaş başlar, tek bir hareketle. Siz de üzerinize düşeni yapın.

28- KAHVE TADINDA YAŞAM

Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden; her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat, ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına. Genç kızın bu yakınmaları karşısında mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi. Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu:


— Ne görüyorsun?

— Patates, yumurta ve kahve diye alaylı bir cevap verdi kızı.


Daha yakından bak bir de dedi baba, patatese dokun. Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. Aynı şekilde, yumurtayı da incele. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü. En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:


— Bütün bunlar ne anlama geliyor baba? Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermişlerdi. Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurtanın içi sertleşmiş katılaşmıştı. Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.


— Sen hangisisin? diye sordu kızına. Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin? Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın? Yoksa kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?

29- ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMA!

19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.

—Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.

—Evet demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.

—Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?

—“Ben kunduracıyım, çizme dikerim.” deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çokbilmişliğe dayanamayan ressam,

—Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!

30- ÜÇ SORU BİR CEVAP

Mevlana Celâleddîn-i Rumi’ye felsefecilerden bir grup geldi. Sual sormak istediklerini bildirdiler. Mevlana hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye havale etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî;

"Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.

Sormaya başladı:

"Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım."

Şems-i Tebrîzî hazretleri;

"Öbür sorunu da sor!" buyurdu.

O;

"Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi.

Şems-i Tebrîzî;

"Peki öbürünü de sor!" buyurdu.

O;

"Ahirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamanın kadısına gidip, davacı oldu.

Ve;

"Ben, soru sordum, o başıma kerpiçle vurdu." dedi.

Şems-i Tebrîzî;

"Ben de sadece cevap verdim." buyurdu.

Kadı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:

"Efendim, bana Allah-ü Teâlâ’yı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim."

O kimse şaşırarak;

"Ağrıyor ama gösteremem." dedi.

Şems-i Tebrîzî;

"İşte Allah-ü Teâlâ da vardır, fakat görünmez.

Yine bana;

Şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Halbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı.

Yine bana;

"Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayatında niçin hak aranmasın?" buyurdu.

31- MAVİ KURDELE

New York'ta yaşayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı. İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi.


Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.


Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve "Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti.


O gün üst düzey yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun" iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdeleyi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron;


"Tabi ki" şeklinde cevap verdi. Yönetici de mavi kurdeleyi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de; "Bana bir iyilik yapar mısınız? Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz? Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş.


Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş." Dedi.


O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu.


"Bugün inanılmaz bir şey oldu" dedi. "Ofisteydim. Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi. Bir hayal etmeğe çalış. Benim bir dahi olduğumu düşünüyor. "Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne taktı. Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin. Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum. Oysa bu gece bir şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun."Seni seviyorum" diye devam etti.


Şaşkına dönen çocuk şimdi ağlamaya başlamıştı. Bütün vücudu titriyordu. Başını kaldırdı, gözleri yaş içinde olarak babasına baktı ve:


"Yarın intihar edecektim" baba, dedi. "Baba, ben senin beni hiç sevmediğini, beni hiç önemsemediğini düşünüyordum. Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, şu an oğlunun hayatını kurtardın!"

32- IŞIĞI YAYMAK

Genç bir adam orta halli bir şehirde kendi işini kurmuştu. Şehrin caddelerinden birinde, bir perakende dükkânıydı açtığı. Fakat kendisi hem dürüst, hem de dost canlısı olduğundan; fazla kâra da tamah etmeyip dükkânındaki malları biraz ucuza sattığından kısa zamanda şehirdeki herkesin uğrak yeri haline gelmişti dükkânı. Zaman içinde dükkânının ünü o kadar yayıldı ki, civar şehirlerden olup yolu bu şehre düşen hemen herkes de ona gelip alışveriş yapmaya başlamıştı.


Gelen giden, “Ne zaman bizim oralarda dükkân açmayı düşünüyorsunuz?” diye sorduğundan, sermayesi çoğaldığında genç adam civar şehirlere de yaymaya başladı işini. Sonra başka şehirler derken, büyük bir marketler zincirinin sahibi haline geldi.


Ancak, bu arada, onca seneler geçmiş, bizim genç perakendeci yavaş yavaş bir ayağının çukurda olduğunu hissettiği senelere gelmişti. Nitekim bir gün şiddetli bir rahatsızlık geçirip apar topar hastaneye kaldırmışlardı kendisini.


Doktorların müdahalesi işe yaramış gözüküyordu. Ama adam ölümünün iyice yakın olduğunu düşünmeye başlamıştı hastane odasında.


Hastanede kaldığı günlerden birinde, onun yokluğunda işleri götürmeye çalışan her üç oğlunu yanına çağırdı adam. Artık yaşlandığından, Allah’ın ona daha uzun seneler yaşamayı nasip etmesi mümkün olduğu gibi yakın zamanda ölmesinin de pekâlâ mümkün olduğundan başlayarak, aklı başında her yaşlının söylediği birtakım cümleleri sıraladıktan sonra:


“Üçünüz de benim oğlumsunuz” dedi. “İçinizden hangisi şirketimizin başına geçecek, buna karar vermem zor. Ben öldükten sonra da bu yüzden birbirinizle kötü olmanızı hiç istemiyorum. O yüzden, hanginizin işin başında olmayı hak ettiğine karar vermek için sizi sınamaya karar verdim. Üçünüze de on dolar vereceğim. Şimdi gidip yalnızca bu on dolarla öyle bir şey alacaksınız ki, akşam getirdiğinizde şu odamı bir uçtan bir uca dolduracak. Haydi, şimdi yola düşün bakalım.”


Çocuklar, babalarının yanından ayrıldılar ve her biri ayrı bir sokaktan yola koyulup alacakları şeyi düşünmeye başladılar.


Akşam geri döndüklerinde babaları:


“Evlatlarım, on dolarla ne yaptınız?” diye sorduğunda, birinci çocuk:


“Arkadaşımın çiftliğine gittim, on dolarımı verdim ve ondan iki balya saman aldım” diye cevap verdi ve odadan dışarı çıkıp aldığı samanları içeri getirdi, çuvalı açtı ve samanları havaya savurmaya başladı. Odanın her tarafı bir anda samanla doldu. Ama az sonra samanların tamamı yere indi ve böylece, bu oğlunun babasının istediği şekilde odayı bir uçtan öbür uca dolduramadığı görülmüş oldu.


Bunun üzerine, adam ikinci çocuğuna yönelip:


“Peki oğlum,” dedi, “sen paranla ne yaptın?”


Çocuk:


“Yorgancıya gittim. Ondan on dolarlık kuştüyü aldım” diye cevap verdi ve çuvalını içeri getirip içindeki bütün tüyleri savurmaya başladı. Birkaç dakikalığına neredeyse bütün oda tüylerle doldu, ama samanlar gibi tüyler de yavaş yavaş yere indiler ve böylece bu çocuğun da odayı dolduramadığı görülmüş oldu.


Sıra, son çocuğa gelmişti. Hasta yatağında hafifçe doğrulan adam:


“Sen evladım” dedi ona, “Sen paranı ne yaptın?”


Çocuk, “Babacığım!” dedi, “On dolarımı cebime koyup, senin yıllar önce açtığın ilk dükkâna benzeyen küçük bir dükkâna gittim. Dükkânın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Sonra, beş dolarını bir hayır kurumunun kumbarasına bıraktım, dört dolarıyla yolda gördüğüm iki muhtaç insana yiyecekleri bir şey alıp verdim, kalan bir dolarla da iki şey aldım.”


Bunu der demez, elini cebine atıp bir çakmak ve bir mum çıkardı çocuk. Odanın lambasını kapatıp mumu yakınca, bütün oda mumun yaydığı ışıkla doldu. Saman veya tüy on dolarla odayı doldurmaya yetmemişti, ama bir dolara alınan mum ile çakmak bütün odayı bir uçtan öbür uca ışıkla doldurmuştu.


Bunun üzerine, memnun bir yüz ifadesiyle, “Çok iyi oğlum!” dedi baba. “Benden sonra işlerimin ve ailemin başında sen olacaksın. Çünkü hayata dair çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı öğrenmişsin.”

33- BAŞARININ SIRRI KASADA DEĞİL YÜREKTEDİR

İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı.


Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. 'Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli… Benimle Paylaşmak ister misin?' diye sordu yaşlı adam. İşadamının yakınmalarını dinledikten sonra da, 'Sana yardım edebilirim' dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi: 'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi. Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu.


İşadamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller' e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına. 'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü. John Rockefeller' e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti.


Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire 'Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı.


İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı. Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti.


Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı.

34- AYAKKABI SATICISI


Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...


Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:


- "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!"



Çocuk, ona dönerek:


- "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".


- "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı."


Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:


- "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."


Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:


- "Anlayamadım! dedi. Neden öyle olsun ki?"


- "Çok basit!" dedi, adam. "Eğer vicdan yoksa cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler..."


Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek:


- "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?"


Çocuk, başını yanlara sallayıp:


- "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!"


- "İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam, "Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."



Çocuk biraz düşünüp:


- "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"


- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."


Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:


- "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.


- "İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."


- "Tamam, işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"


Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek


- "Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."


- "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?"


- "Sen çok cahil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam, "Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."


Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:


- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!"


Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:


- "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."

35- BİLGE ve TERZİSİ

Bir bilgeye sormuşlar:


- “Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?


- “Terzimi severim.” diye cevap vermiş Bilge.


Soruyu soranlar şaşırmışlar:

- “Aman üstad, Dünya’da sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? O da nereden çıktı? Neden terzi?”


Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:


- “Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler…”

36- ÖFKELENİNCE NEDEN BAĞIRIRIZ?

Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.


Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.


Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”


“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”


Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.

37- ÇÖP KAMYONU KANUNU

Kadın taksiye binmiş ve hava alanına gitmek istediğini söylemişti. Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önlerine çıktı.

Şoförü çarpmamak için sert şekilde frene bastı. Taksi kaydı, ama diğer arabaya çarpmaktan kıl payı farkla kurtuldu. Siyah arabanın sürücüsü camdan başını çıkarıp bağırmaya ve küfretmeye başladı.

Taksi şoförü ise gayet sakin ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı.

Kadın bütün bu olanları şokunu yaşarken, taksi şoförünün tavrına daha da şaşırmıştı.

Sordu:

"Neden böyle davrandınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastanelik edecekti."

Taksi şoförü gülümsemeye devam ederek:

"Çöp Kamyonu Kanunu" dedi.

Kadın:

"Çöp Kamyonu Kanunu?" diye sordu, anlamamıştı.


Şoför açıkladı:

"Pek çok insan, çöp kamyonu gibidir.

Her tarafta içleri çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlığı, öfkeyi ve hayal kırıklığını biriktiriyorlar. Ancak doldukça çöpleri bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar. Bu bazen ben, bazen de siz olabilirsiniz. Kişisel almayın. Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp işyerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın."


Başarılı insanlar, çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler.


Hayat sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa, dolayısıyla "size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için iyi temennilerde bulunun."

Hayat, "%10 " onunla ne yaptığınız, "%90 "onu nasıl alıp karşıladığınızdır...

38- UZUN YAŞAMANIN SIRRI

Bir gazeteci 102 yaşındaki bir adamla röportaj yapmak üzere evine gider. Gazeteci yaşlı adama ilk olarak bu kadar uzun yaşamasını ve bu yaşta böyle sıhhatli, dinç ve neşeli olmasını neye borçlu olduğunu sorar. Beklediği cevap, hiç sigara içmedim, kendimi yormadım, yoğurt yedim, ayran içtim, sabahları spor yaptım türünden bir şeydir. Ancak, ihtiyar adam, gazeteciye şu cevabı verir:


Evlat, Allah'ın bana lütfettiği her gün, erkenden yatağımdan kalkar ve halime şükrederek pencerenin önüne giderim. Bir iki dakika dinlendikten sonra, hava ister güneşli, ister yağmurlu, ister sıcak, ister soğuk olsun kendi kendime şunları söylerim:

“Bu, tam benim istediğim gibi muhteşem bir gün”

39- BÜKÇE (KADIN DİLİ)

Oğlum bir hafta sonra evleniyor. Sorumluluk sahibi bir baba olarak ona öğüt vermem gerekiyor. Fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. İşyerimden oğluma telefon açtım, "Akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim." dedim. Deniz kenarındaki şirin lokantada şimdi onu bekliyorum.

Geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. Yan masadaki kızlar gözleriyle oğlumu süzüyorlar. Bakmayın kızlar, onu kapan çoktan kaptı.

Hoş beşten sonra konuya giriyorum.

-Oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor.

Çocukluğunda suç işlediği zamanlardaki gibi birden bire kızardı. Kerata ne anlatacağımı zannettiyse!

-Baba ben yirmi altı yaşındayım, bazı şeyleri biliyorum artık.

-Ah senin o biliyorum zannettiğin konularda da çok bilmediğin çıkacak ama ben o konulardan bahsetmeyeceğim. Keşke konuşabilseydik ama henüz o kadar modern olamadım.

Rahat bir nefes aldı. Bu arada yemeklerimiz de geldi. Oğlumla şöyle keyif yaparak muhabbet edelim bakalım.


-Kaç dil biliyorsun oğlum sen?

-İngilizce, Fransızca, bir de Türkçeyle üç dil oluyor.

-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bükçe. Kadınlar tarafından kullanılır. Sen buna "kadın dili" de diyebilirsin.

Güldü. Güldüğü zaman benim yanağımdaki gibi küçük bir gamzesi var, o ortaya çıkıyor.


-Kadınların ayrı bir dili mi var?

-Tabii ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir, ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek Bükçe'yi öğrenmeli.

İyi de niye Bükçe?

-Çünkü kadınlar konuşurken, genellikle söyleyecekleri sözü net söylemezler. Eğip bükerler; onun için dilin adını; "Bükçe" koydum.

-"Bükçe zor bir dil mi baba?" diye sordu gülerek.

-Bana bak, çok önemli bir konu ama eğleniyor gibisin, biraz ciddiye al. Bir kadınla mutlu olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. Çünkü kadınlar sözü bükerek bükçe konuşurlar sonra da senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. Felsefesini anlarsan kolay, anlamazsan zor. Mesela Çinli bir karın var, sen karına sürekli Fransızca "seni seviyorum" diyorsun ama karın hiç Fransızca anlamıyor. Fransızca "seni seviyorum"un onun için bir anlamı yoktur. Ona Çince "seni seviyorum" dediğinde seni anlayabilir.


-Tamam, baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. Peki, sence kadınlar neden bizimle aynı dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar?

-Bence bir kaç sebebi var. Birincisi, duygusal oldukları için, hayır cevabı alıp kırılmaktan korktuklarından sözlerini de dolaylı söylüyorlar. İkincisi, kadınlar dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok güçlü.

-Bu konuda biz erkeklerden bir sıfır öndeler yani.

-Ne bir sıfırı oğlum, en az on sıfır öndeler. Düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. İşin kötüsü kendileri leb demeden leblebiyi anladıkları için biz erkekleri de kendileri gibi zannediyorlar. Onun için leb deyip bekliyorlar. Hatta bazen, leb demek zorunda kaldıkları için bile kızarlar. "Niye leb demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor?"diye canları sıkılır.


-Biz de bazen Canan'la böyle sorunlar yaşıyoruz. "Niye düşünmedin?" diye kızıyor bana.

-Kızarlar oğlum, kızarlar. Kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler gözlerinden hiç kaçmaz. Bizim de kendileri gibi düşünceli olmamızı beklerler, fakat erkekler onlar gibi değil. Biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. Beyinlerimiz böyle çalışıyor.


-Ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?

-Var dedik ya oğlum, Bükçe'yi öğreneceksin, bunun için buradayız. Hazır mısın?

-Hazırım baba.

-Bükçe bol kelime kullanılan bir dildir. Biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu, Bükçe'de en az yüz kelime ile anlatılır. Dinlerken sabırlı olacaksın. Mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. Bunu sana "Bugün bir elbise aldım." diye söylemez. Elbise almak için dışarı çıktığından başlar, kaç mağazaya gittiğinden, almak için kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından, alırken yaptığı pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikâye anlatır.

-Hikâye dili yani.

-Aynen öyle. Sen akıllı bir erkek olarak ona asla, "Hikâye anlatma, ana fikre gel, kısa kes." demeyeceksin. Böyle bir şey dediğinde bittin demektir. İster öyle de, istersen "seni sevmiyorum." de. İki durumda da" seni sevmiyorum" demiş olacaksın.

-Ne alakası var baba "seni sevmiyorum" demekle "kısa anlat" demenin?

-Çok alakası var. Kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.

-Bu önemli. Bükçe'de dinlemek sevmektir diyorsun.

-Aynen öyle. Devam edelim. Bükçe ima dolu bir dildir. Kadınlar konuşurken bir şeyler ima etmeyi severler. Biz erkekler de imalı konuşuyoruz diye düşünürler ve gözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. Oysa erkeklerin ima yeteneği pek gelişmemiştir. Bizim kastımız söylediğimiz şeydir.


-Geçen hafta Canan bana "Bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi duracağım." dedi. Ben de "Böyle de iyisin." dedim. Canı sıkıldı, bir kaç saat surat astı. "Neyin var?" diye sordum. "Hiçbir şeyim yok." dedi. Sence nerede hata yaptım?

-"Böyle de iyisin" derken o "de" ekini orda kullanmamalıydın. Canan bunu şöyle anlamıştır. "Böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi, daha da güzel olabilirsin."

-Peki, ne demem gerekiyordu?

-Şunu hiç unutma. Kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. Es kaza eleştirmeye kalkarsan yandın. Bunu hiç unutmazlar. O gün "Hayatım sen zaten çok güzelsin, kilo vermeye falan bence ihtiyacın yok." deseydin, günün zehir olmazdı. Mesela bir gün kucağına oturup "Ağır mıyım?" derse sakın; "Evet, biraz" falan deme" Hayır" de.

-Yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydiği yakışır ve her kadının annesi bir hanımefendi, babası da beyefendidir. Bana ne yaparlarsa yapsınlar.

-Aferin oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. Kadının, kendi anne babasıyla sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. Bunu kendine hakaret olarak alır.


-Ve asla unutmazlar, değil mi?

-Aynen öyle. Yıllar önce annene, annesi için "Biraz cimri." demiştim.Hala "Sen benim annemi sevmezsin." der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en çok göreceğim yere koyar.

-Hadi o konularda dilimi tutarım da, şu ima işini çözmek zor geldi.

-Zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. En önemlisi imaları anlayacaksın ama "Sen şunu mu demek istiyorsun?" diye asla yüzüne vurmayacaksın.

-Anladım. Anlayacaksın ama anladığını belli etmeyeceksin. Buna şöyle de diyebiliriz. O beni iğnelediğinde "Niye bana iğne batırıyorsun?" diye sormayacağım, o iğneyi ben kendi kendime batırmışım gibi yapacağım.

-Güzel ifade ettin oğlum. Mesela dün öğlen annen beni aradı. "Akşama tok mu geleceksin?" diye sordu. Beni biliyorsun akşam yemeklerinde hep evdeyimdir. Kırk yılda bir dışarıda yerim onu da haber veririm. Tabi ben hemen anladım annenin ne demek istediğini. "Tok gel, yemekle uğraşmak istemiyorum" demek istiyor. Anladım ama tabi "Ne demek istiyorsun?" demedim.


-Dün çok yorulmuştu baba, düğün alışverişine çıkmıştık.

-Bunun pek çok sebebi olabilir. Yorulmuş olabilir, bir kabul gününden tok gelmiş olabilir, bin beş yüzüncü diyetine başlamış ve o gün yemekle uğraşmak istemiyor olabilir. Ama bunu biz erkekler gibi kısa yoldan" Canım benim karnım tok, sen de dışarıda bir şeyler ye, ya da yorgunum,gelirken bir şeyler getir yiyelim." demez. Sanki böyle derse, iyi ev kadını rütbesi tozlanacak, mevki kaybedecek. İlla Bükçe anlatacak, asık bir yüzle karşılaşmamak için senin de anlaman gerekiyor. "Hayır, evde yiyeceğim ama istersen hazır bir şeyler alıp geleyim, ne dersin?"dedim."Tamam." dedi. Döneri sever biliyorsun, dün eve giderken, ekmek arası döner yaptırdım. Onun dönerini de porsiyon yaptırdım. Bunu düşündüğüm için ayrıca sevindi. O da diyette, düğünde daha zayıf görünme derdinde bu sıralar.

-Bu Bükçe'de kısa konuşma yok mu baba?

-Var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. Kadın konuşmuyorsa ya da kısa konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. Mesela baktın canı sıkkın, soruyorsun, "Neyin var?" diye. "Hiçbir şeyim yok." diyorsa, aman bir şeyi yokmuş diye bırakma. Yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar.

-Bükçe'de "Hiçbir şey yok." demek; "Çok şey var, benimle ilgilen." demek oluyor, o zaman.

-Evet. Biz erkekler "Bir şey yok." diyorsak, ya gerçekten bir şey yoktur, sadece başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir sey vardır ama;"Şu anda konuşacak bir şey yok." diyoruzdur. Her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. Ama kadınlar ilgiyi sevgi olarak gördükleri için "Bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım." demek istiyordur. Çok nadiren gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp bunaltmayacaksın tabi.

-Bir arkadaşım da "Kadınların 'Peki.' demesi tehlikelidir" demişti.

-Doğru. Bir kadının ağzından çıkan "kuru bir peki, & git; olur, tamam" her zaman tehlikelidir. Bu Bükçe'de "Şimdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım."demektir. Sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. Fakat pekinin yanında "Peki canım, olur hayatım" gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok.


-Zor bir dil baba.

-Yok, yok gözün korkmasın, her yabancı dil gibi. İlk başlarda biraz çalışacaksın, pratik yapacaksın, bazen hatalar yapacaksın, dikkat edeceksin sonra otomatiğe bağlanırsın. Kolay yanı şu; senin Bükçe konuşman gerekmiyor. Dili anlaman yeterli.

-Anlamak da pek kolay değil ama.

-Korkma, o kadar zor değil. En önemli kuralları ben sana öğretiyorum zaten. Devam edelim. Kadınlar istediklerini söylemek zorunda kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar ve konuşurken suçlayarak konuşurlar; fakat suçladıklarının farkında olmazlar. Sitem ediyoruz zannederler.

-Nasıl yani?

-Mesela, karın sana "Ne zamandır dışarı çıkmadık." derse bunu suçlama olarak üstüne alma, canı seninle gezmek istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için kalbi kırılmıştır. Maksadı seni suçlamak değildir. "Daha geçenlerde gezmeye gittik." gibi bir savunmaya girme."Tamam canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa zamanda gideriz." de, konu kapanır. Tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi olur.

-Küçük ama önemli detaylar.

-Aynen öyle. Mesela karın "Üşüdüm." diyorsa, "Üstünü kalın giy." demeni ya da kombiyi açmanı değil, ona sarılmanı istiyordur.

-Keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere Bükçe'yi. Ne kadar erken başlasak o kadar çabuk kavrayabilirdik belki.

-Haklısın, aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. Neyse zararın neresinden dönülse kardır.


-Not mu alsaydım... Epeyce detayı varmış dilin.

-Sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. Keşke ben de not alıp gelseydim. Umarım sana eksik öğretmem. Şimdi aklıma geldi. Kadınların en nefret ettiği sözcük "Fark etmez."dir. "Fark etmez"i kadınlar "Hiç umurumda değil, ne yaparsan yap." diye anlarlar.

-En değerli sözcük nedir?

-Sen bil bakalım.

-"Seni seviyorum." herhalde.

-Evet, kadınlar "Seni seviyorum." sözünü sık sık duymak isterler. Biz erkekler; "Söylemiştim, zaten biliyor." diye bu konuda gaflete düşmemeliyiz.

-Bükçe sadece konuşma dili midir baba? Bunun bir de davranış dili var gibi geliyor bana.

-Zekân kesinlikle bana çekmiş. Ben de tam ona geliyordum. Davranışlarda çok önemli tabii. Kadınlar küçük şeylere önem verirler. Akşam ona sarıl, televizyon seyrediyorsan sarılarak seyret. Gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kısacık da olsa bir mesaj gönder, küçük sürprizler yap. O yemek hazırlarken ona yardım et, salata yap, çay demle.


-Akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.

-Gözünde büyütme. Sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman alacak, zor ve masraflı şeyler değil. Sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana paşa gibi davranır, seni yormaz. Bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. Sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla geçiresin ki? Kadınlar çok vericidir ama eğer sen hep alıp hiç vermezsen, bir gün birden patlarlar. Küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.

-Tamam, baba, bunlara dikkat edeceğim.


Garson yemek tabaklarını kaldırırken oğlumun telefonu çalmaya başladı. Belli ki nişanlısı arıyor, konuşmak için deniz kenarına doğru adımlamaya başladı. Az sonra geldi.

-Baba çok teşekkür ederim. Bükçe'yi anlamaya başladım. Canan aradı."Salonun perdeleri ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte mi baksak?" dedi. Tam "Fark etmez, sen seç." diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi "Ev de perde de umurumda değil." gibi anlayacağı aklıma geldi. "Tabii canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen." dedim, çok mutlu oldu. Kendi seçecek.

-O zaten perdeyi çoktan seçmiştir de kadınlar illa yaptıklarını onaylatmak isterler. Birlikte de gitsen o seçtiği perdeyi almak isteyecektir. Biz erkekler onların ne demek istediklerini anlarsak, işlerden kolay sıyırırız.

-Baba tekrar teşekkür ederim. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. Bana Bükçe'yi öğretmeseydin h ali mi düşünmek bile istemiyorum.


Şanslısın oğlum. Benim seninki gibi bir babam yoktu. Bunları deneye yanıla öğrenmem yıllarımı aldı. Sen yine iyisin, hazıra kondun. Güle güle kullan, isteyene de öğret, herkes de güle güle kullansın. Kullansınlar ki yüzleri gülsün.


Sema MARAŞLI'nın “Eşimle Tanışmayı Unutmuşuz” adlı kitabından.

40- PADİŞAH ve RÜYA TABİRCİSİ

Padişah, bir gece rüyasında tüm dişlerinin döküldüğünü, yemek bile yiyemez hale geldiğini görür. Sıkıntı içinde uyanır. Vezirini çağırıp sarayın rüya tabircisinin hemen huzuruna getirilmesini buyurur.


Uyku sersemi tabircibaşı yanına gelince, padişah düşünü anlatıp sorar:

"Tabircibaşı, bu rüya hayır mıdır, şer midir? Neye işarettir, hele bir söyle."


Tabircibaşı biraz düşünür; sonra utana sıkıla:

"Şerdir, Padişahım" der.

"Uzun yaşayacaksınız; ama ne yazık ki, tüm yakınlarınızın gözlerinizin önünde birer birer ölüp sizi yapayalnız bıraktıklarını göreceksiniz."


Bir an sessizlik olur; ardından padişah kükrer:

"Tez atın şunu zindana, felaket habercisi olmak neymiş öğrensin!"


Tabircibaşı, yaka paça götürülüp zindana atılır. Padişah bir başka tabircinin bulunmasını emreder. Huzura getirilen ikinci tabirciye de rüyasını anlatıp sorar:

"Hayır mıdır, şer midir?" der.


İkinci tabirci de önce biraz düşünür; ama sonra yüzü aydınlanır:

"Hayırdır, Padişahım!" der. "Bu rüya, tüm yakınlarınızdan daha uzun yaşayacağınızı gösterir. Daha nice seneler boyu ülkenizi yönetebileceksiniz."

Padişah, ağzı kulaklarında buyurur: "Bu tabirciye iki kese altın verin!"


Başından sonuna durumu izleyenler, tabirciye sorar:

"Aslında sen de tabircibaşı da aynı şeyi söylediniz. Neden onu cezalandırdı da seni ödüllendirdi?"


Tabirci güler:


Elbette aynı şeyi söyledik; ama önemli olan, kimilerine NE söylediğin değil, NASIL söylediğindir?

41- BİR BEBEĞİN YARIM KALMIŞ GÜNLÜĞÜNDEN

5 Ekim: Bugün var edildim. Buradayım. Varım. Müthiş bir duygu bu. Var olduğumu henüz annem ve babam bilmiyor. Bir elma çekirdeğinden bile küçüğüm. Ama ne de olsa, ben benim. Varım ya! Bu bana yetiyor. Henüz bedenim belli belirsiz, yüzüm yok ama varlığımı ve benliğimi hissedebiliyorum. Bir kız olacağım ve baharda çiçekleri seveceğim.


19 Ekim: Biraz büyüdüm. Kımıldamam mümkün değil. Annem henüz farkında değil ama onun kanıyla besleniyorum. Kalbini dolaşıp gelen sımsıcak kan bana geliyor. Beni sevecek bir kalbin kıpırtılarını şimdiden hissediyorum. Annem beni çok sevecek. Annem için güzel bir sürpriz olacağım.


23 Ekim: Hiç göremediğim bir el ağzımı biçimlendirmeye başladı. Dudaklarımda onun dokunuşunu hissediyorum. Bu "el"in dokunduğu yerler dudağım damağım oluyor. Düşünün bir yıl sonra bu elin dokunduğu yerde tebessümler açacak, güleceğim. Dudağımdan ve dilimden sözler dökülecek. Herhalde önce "Anne!" diyeceğim. Anne duyuyor musun beni? Seninle konuşacağım. Sana güleceğim. Kimilerine göre hâlâ daha var değilmişim… Nasıl olur? Varım ve gülücükler sunacak dudaklarım da olmak üzere ya… Hem sonra bir ekmek kırıntısı ne kadar küçük olursa olsun yine ekmektir. Öyle değil mi anneciğim? Ah bir konuşabilsem!


27 Ekim: Bugün pek mutluyum. İçimde tatlı bir kıpırtı başladı. Artık bir kalbim var. Kalbim atmaya başladı. Hayatım boyunca böyle atıp duracak. Sevgilerle dolduracağım kalbimi. Tıpkı anneminki gibi... Annem bedeninde iki kalbin birden atmaya başladığını bilseydi ne kadar sevinirdi! Duyuyor musun anne?


2 Kasım: Her gün biraz daha büyüyorum. Kollarım ve bacaklarım da biçimlenmeye başladı. Hele bir büyüsün kollarım bak nasıl kucaklayacağım seni anneciğim. Şu ayaklarım da tamamlansın da, beraber çiçekli bahçemizde yürürüz. Belki birlikte okula gideriz.


12 Kasım: Ah evet… Bunlar, bunlar ne kadar sevimli ve küçük şeyler. Aman Allahım parmaklarım da çıkmaya başladı. Bunlarla çiçek toplayacağım, annemin elini tutacağım, kalem tutacağım. Belki de güzel bir şiir yazacağım. Anneciğim, orada mısın? Ellerimi ellerinin arasına koymak için sabırsızlanıyorum.


20 Kasım: Oh, nihayet. Annem doktora gitti. Burada olduğumu öğrendi. Yaşasın! Doktor teyze özel bir cihazla gördü beni. Ultrason diyorlarmış. Resmimi bile çekti. Sevinmiyor musun anneciğim? Seneye kalmaz kollarının arasında olacağım…


25 Kasım: Artık babam da burada olduğumu biliyor. Fakat henüz kız olduğumun farkında değiller. Onlara sürpriz yapacağım.


10 Aralık: Bugün yüzüm tamamlandı. Artık iki güzel gözüm, bir küçük burnum, dudaklarım ve yanağım var… Anneme benziyorum galiba…


13 Aralık: Artık çevreme bakabiliyorum. Etrafım çok karanlık ama olsun. Yine de mutluyum. Yaşıyorum ve varım. Kısa bir süre sonra gün ışığını görebileceğim, renkleri ve çiçekleri tanıyacağım. Rüyamda gördüm. Dünyada gökkuşağı diye bir şey varmış. Onu çok merak ediyorum. Anneciğim, babacığım sizin yüzünüzü de göreceğim. Tanışacağız. Mutlu olacağız. Gülüşeceğiz.


24 Aralık: Kulaklarım daha iyi duyuyor artık. Anneciğim, senin kalbinin seslerini duyuyorum. Benim kalbimin atışlarını da sen duyabiliyor musun? Hatta sesini bile tanıyabiliyorum. Sesin ne kadar tatlı… Hiç duymadığım bir şey bu… Güzel ve sağlıklı bir kız olacağım. Kollarında uyuyacağım, yüzüne bakacağım, o tatlı sesini dinleyeceğim. Benim için ninni de söyleyecek misin anneciğim? Sen de beni özlüyorsundur mutlaka… Beni koklayacaksın.. Çok seveceksin, değil mi?


28 Aralık: Anne burada bir şeyler oluyor. Doktor abla neden mutsuz bakıyor böyle... Sen acı çekiyor gibisin. Kalp seslerin değişti... Sustun. Benimle niye konuşmuyorsun anne? Anne… Anne… Anneciğim… Yüzümde soğuk bir şey hissediyorum. Anne, yüzümü parçalıyorlar... Anne bir şeyler yap… . Anne… Kolumu çekiyorlar anne… Canım yanıyor anne... Anne… Ayaklarımı parçalıyor bu şey anne... Beni sana bağlayan damarı kopardılar anne… Anne kalbimi parçalıyorlar… Anneciğim… Anne… Anne… . An…


Kürtajınız tamamlandı hanımefendi. Geçmiş olsun!

42- HAYATIN İYİ TARAFI

Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile, "Bu adam, bu halde nasıl bu kadar iyimser olabiliyor" diye. Birisi nasıl olduğunu sorsa, "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep... "Bomba gibiyim".


Jerry bir doğal motivasyoncuydu. Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni.

Bir gün Jerry’e gittim;


"Anlamıyorum" dedim, "Nasıl oluyor da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun, nasıl başarıyorsun bunu?".


"Her sabah kalktığımda kendi kendime, Jerry bugün iki seçimin var, Havan ya iyi olacak ya kötü derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda yine iki seçimim var; Kurban olmak ya da ders almak.


Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikâyete geldiğinde, yine iki seçimim var; şikâyetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanını seçerim."


"Yok yahu" diye protesto ettim. "Bu kadar kolay yani"


"Evet, kolay" dedi Jerry, "Hayat seçimlerden ibarettir.


Her durumda bir seçim vardır. Sen, her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen, insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin."


Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu uzun yıllar görmedim. Ama hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırlardım.


Yıllar sonra Jerry’nin başına çok tatsız bir olay geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’i delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.


Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış. Ben onu olaydan altı ay sonra gördüm. "Nasılsın?" diye sorduğumda, "Bomba gibiyim" dedi. "Bomba gibi..."


"Olay sırasında neler düşündün Jerry" dedim.

"Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm. Ya yaşamayı seçecektim ya ölümü, ben yaşamayı seçtim."


"Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi?"


"Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep "iyileşeceksin merak etme" dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana "Bu adam ölmüş" diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..."


"Ne yaptın?" diye merakla sordum.


"İri-yarı bir hemşire yanıma yaklaştı ve herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu.


"Evet" diye yanıt verdim. "Var..." doktorlar ve hemşireler, merakla sustular. Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım: "Benim kurşunlara karşı alerjim var!"


Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar, tekrar bağırdım... "Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin, otopsi yapar gibi değil..."


Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana iyi bir ders oldu.



Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim... Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu.

43- ÇİVİ ÇIKAR İZİ KALIR

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. "Arkadaşlarınla tartışıp, kavga ettiğin her zaman bu tahtaya bir çivi çak" demiş. Genç, ilk gün tahtaya 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her gün daha az çivi çakmış.


Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahtanın önüne götürmüş. Gence "Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahtadan bir çivi çıkar sök" demiş.


Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona "Aferin iyi davrandın ama bu tahtaya dikkatli bak. Çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.


Arkadaşlarla tartışılıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin, ama bu delik aynen kalacak kapanmayacak. Bir arkadaş ender bulunan bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir, ihtiyaç duyduğunda sana yardımcı olur, seni dinler ve sana yüreğini açar" demiş.

44- BEŞ MAYMUN

Kafese beş maymun koyarlar. Ortaya da bir merdiven konur ve

tepesine de iple bir kangal muz asılır. Her bir maymun merdivenleri

çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkılır.


Her bir maymun aynı denemeyi yapar, buz gibi soğuk suyla ıslatılır.

Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre

sonra muzlara doğru hareketleneni diğer maymunlar engellemeye başlar.


Su kapatılıp maymunlardan biri dışarı alınır, yerine yeni

bir maymun konulur. İlk yaptığı iş, koşup muzlara ulaşmak için

merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve

yeni maymunu bir de döverler.


Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir

maymunla değiştirilir. Ve o da merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer.

Bu maymunu en şiddetli ve istekli döven de biraz önce diğerleri

tarafından engellenen ve ilk dayağı yiyen birinci yeni maymundur.


Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. Bu da ilk

atağında diğerleri tarafından cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni

gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir

fikirleri yoktur ama en iştahlı dövenler de onlardır.


Sonra en baştaki ıslanan maymunların dördüncü ve beşincisi

de yenileriyle değiştirilir.


Ama tepelerinde o bir kangal muz hala asılı olduğu halde

artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır.


Neden mi?


Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir…

45- KRALIN SEÇİMİ

Ünlü bir kralın üç erkek çocuğundan biri, onun yerine tahta geçecekti. Kral bu seçimde zorlanıyordu; çünkü her üç oğlu da akıllı ve yürekliydiler. Üstelik üçüz, yani aynı yaştaydılar. Kral en sonunda bir bilgeye danıştı ve onun önerisine uymaya karar verdi.


Üç oğlunu da yanına çağırıp her birine birer torba dolusu çiçek tohumu verdi. Bir yolculuğa çıkacağını, en az üç yıl sonra dönebileceğini, bu tohumları onları sınamak için bıraktığını söyledi ve ekledi:


“Döndüğümde tohumları geri vereceksiniz. İçinizde onları en iyi saklamış olan benim yerime tahta geçecek.”


Birinci erkek şöyle bir mantık yürüttü: “En iyisi bu çiçek tohumlarını çelik bir kasaya kilitlemek. Babam geri döndüğünde verir, çalınmalarını da önlemiş olurum.”


İkinci oğul tohumları, kardeşi gibi kilitlerse çürüyüp öleceklerini düşünerek götürüp sattı; kazandığı parayı saklamaya başladı. “Babam döndüğünde gidip yenilerini satın alır, taptaze geri veririm.” diye düşündü. Üçüncüsüne gelince; o, tohumları bahçeye ekti.


Üç yılın sonunda kral döndüğünde, birinci oğlu kasayı açıp kurtlu, kokuşmuş, çürümüş tohumları verdi. “Bunlar benim sana verdiklerin olamaz. Çiçek tomurcuklanmalı ve güzel kokmalıdır, bunlar ölmüş!” diye bağırdı. Oğlu, aynı tohumlar olduğuna yemin ettiğinde ise “Sen benim istediğim ölçülere sahip değilsin.” dedi.


İkinci oğul çarşıya gidip yeni tohumlarla geri geldi. Kral tohumları inceledikten sonra, “Bunlar benim bıraktıklarım değil, ama kardeşinden biraz daha iyi düşünmüşsün.” dedi. “Yine de beklediğim ölçüde becerikli, yaratıcı değilsin.” dedi.


Kral üçüncü oğluna yaklaşırken korkmaya başlamıştı. “Ya o da bir yanlış yaptıysa, ya o da yeterli değilse; ülkeyi ben öldükten sonra kim yönetecek?” diye kara kara düşünmeye başlamıştı.


Son oğlu onu sarayın bahçesine çıkarttı ve kral burada yüzlerce çiçek, yüzlerce güzel kokulu bitkiyle karşılaştı. Oğlu hemen söze başlayıp babasına şunları söyledi:


“Bunlar bana verdiğiniz tohumlar babacığım.” dedi. ”Dökecekleri yeni tohumları hemen size vereceğim.” şeklinde ekledi. Kral emindi, yerine kimin geçeceği belirlenmiş oldu.

46- İNSAN HAYATI

Deniz yavaşlamadan önce takometreye baktı:


Hız limitinin 90 km olduğu yerde 110 km ile gidiyordu ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu.


Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilirdi?


Deniz arabasını sağa çekti.


İnşallah şu anda yanımızdan daha hızlı bir araba geçer diye düşünüyordu.


Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi.


Bu polis camiden tanıdığı Ali değil mi?


Deniz iyice arabasının koltuğuna sindi.


Bu durum bir cezadan daha kötüydü.


Camiden tanıdığı bir polis hem de hızlı gidip trafik kurallarını ihlal ettiği için.


İyi günler Ali. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz çok ilginç.


İyi günler Deniz. Ali gülümsemiyordu.


Beni; Eşimi ve çocuklarımı görmen için eve giderken yakaladın.


Evet öyle.


Ali umursamaz görünüyordu.


Son günler eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun süredir hiç görmedi.


Ayrıca Zeliha bana bu akşam mantı içli köfte ve biftek yiyeceğimizi söyledi. Ne demek istediğimi anlıyor musun?


Evet, ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik kurallarını ihlal ettiğini de biliyorum diye cevapladı Ali.


Eyvah bu taktik fazla işe yaramayacak gibi. Taktik değiştirmek gerekli diye düşündü Deniz.


Beni kaç ile giderken yakaladın?


110 km lütfen arabana girer misin? dedi Ali.


Ah Ali bekle bir dakika lütfen. Seni gördüğüm anda takometreye baktım. Sadece 85 km ile gidiyordum.


Lütfen Deniz arabana gir diye üsteledi Ali.


Deniz canı sıkkın bir şekilde arabasına girdi kapıyı çarparak kapattı. Ali not defterine bir şeyler yazıyordu.


Ali niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatımı istemiyor ki diye düşündü.


Deniz ne olursa olsun bundan sonra camide de bu adamın yanına oturmaktansa bir kaç gün Deniz camiye gitmeyecekti.


Ali kapıyı tıklatıyordu. Deniz arabasının penceresini 5 cm kadar açtı. Ali Deniz'e bir kâğıt verdi ve gitti.


Ceza değil bu diye kendi kendine söylendi Deniz. Bir anda sevinmişti. Bu bir yazıydı ve kâğıtta şunlar yazıyordu:


Sevgili Deniz benim bir kızım vardı. Altı yaşındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından öldürüldü.


Bu kazadan dolayı adam cezalandırıldı.


3 yıl hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden çıkınca kendi çocuklarına sarılıp öpüp onları tekrar koklayabildi ama ben öpebilmek için cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor.


Bin defa adamı affetmeye çalıştım Bin kerede başardığımı zannettim. Belki başarmışımdır ama hala kızımı düşünüyorum.


Lütfen benim için dua et ve dikkat et.


Deniz tek bir oğlum kaldı.


Deniz 15 dakika kadar bir süre yerinden kıpırdayamadı.


Daha sonra kendine gelip yavaş yavaş evine gitti.


Evine varınca çocuklarına ve eşine sıkıca sarıldı.


Hayat çok değerli sürekli dikkat et. Dikkatli araba kullan ve başkalarının hakkına saygı göster.


Hiç bir zaman unutma istediğin kadar araba satın alabilirsin.


AMA İNSAN HAYATINI ASLA!

47- MUHTEŞEM CEVAP

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti.


Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü. Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu:


"Neden hiç eşyanız yok?" dedi. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz, Onlar nerede?"


Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence;


"Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum" dedi. "Peki, senin eşyaların nerede?"


Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu:


"Ama görüyorsunuz, Ben yolcuyum."


Ünlü bilge, hak verircesine güldü:


"Ben de öyle, yavrum" dedi. "Ben de öyle..."

48- PROFESÖR VE SEYİS

Profesör konferans salonuna gelmiş. Ön sırada oturan bir seyis dışında başka kimse yokmuş. Sunusunu aktarma konusunda bocalamış ve seyise sormuş:


Buradaki tek kişi sizsiniz. Size göre konuşmalı mı, yoksa konuşmamalı mıyım?"


Seyis cevap vermiş:

"Hocam ben basit bir insanım, bu konulardan çok fazla anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim."


Bu sözlerden pek etkilenen Profesör konferansa başlamış. İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş. Konferansın arasında dinleyicisinin de konferansın çok iyi olduğunu onaylayacağını düşünerek:

"Konuşmayı nasıl buldun umarım sıkılmıyorsundur?" diye sormuş.


Seyis cevap vermiş:


"Hocam sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelip biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip hayvanı çatlatmazdım."

49- SARI ÖKÜZÜN HİKÂYESİ

Eski zamanların birinde bir otlakta öküz sürüsü yaşarmış. Yaşarmış yaşamalarına ama civardaki aslanlar bir türlü rahat bırakmazlarmış onları. Hemen her gün saldırırlarmış bu sürüye. Öküz dediğin öyle yabana atılır bir hayvan değil ki, bir araya toplandılar mı kolayca defetmesini bilirlermiş o koca aslanları.

Gün geçtikçe aslanları almış bir kaygı. "Herhalde bize bu otlağı terk etmek düşüyor" demiş aslanlardan birisi. "Evet" diye tasdik etmiş diğerleri.

"Nereye gideriz" diye düşünürlerken "Bir dakika" diye bir ses duymuşlar gerilerden. Herkes dönüp bakmış sesin geldiği tarafa. Sürünün en çelimsiz, ama kurnaz mı kurnaz bir ferdi olan topal aslanmış söze atılan.

"Hayır" demiş, "Hiçbir yere gitmiyoruz. Siz bana bırakın, ben hallederim bu işi."

İnanmamış kimse ona ama "Haydi bir şans verelim ne çıkar" diye düşünmüşler.

Topal aslan elinde beyaz bayrak gitmiş öküzlerin yanına. Öküzlerin lideri olan boz öküz sormuş ne istediğini.

Topal aslan "Saygıdeğer öküz efendiler" diye başlamış lafa:

"Bugün buraya sizden özür dilemek için geldik. Evet, size defalarca saldırdık, ama niye biliyor musunuz? Hep o sizin aranızdaki sarı öküz yüzünden... Onun rengi gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Onu gördük mü ne kadar barışsever olduğumuzu unutup size saldırıyoruz. Bunların hepsi sarı öküzün suçu. Verin onu bize, siz kurtulun biz de barış içinde yaşayalım!"

Boz öküz, diğer önde gelenlerle görüşmek üzere geri çekilmiş. Hepsi de sıcak bakmışlar bu teklife. Bir tek yaşlı benekli öküz "Olmaz" demiş ama kimseye dinletememiş sözünü.

Zavallı sarı öküz teslim edilmiş aslanlara. Diğerleri üzülmüşler üzülmesine ama elden ne gelir ki! Bütün sürünün selameti için bir öküz. Gerekliymiş bu.

Gerçekten de günlerce sürüye saldıran olmamış. Huzur içinde geçer olmuş günleri. Ama aslan milleti bu, ne kadar sabreder ki? Hele öküz etinin tadını aldıktan sonra."Acıktık !" demişler

Topal aslan boz öküzün yanına giderek "Selam!" diye girmiş söze:

"Gördünüz ya biz aslanlar ne denli uysal milletiz. Yalnız buraya bunu söylemek için gelmedim. Büyük bir problemimiz var!"

"Nedir?" demiş boz öküz merakla.

"Şu sizin uzun kuyruklu öküz" demiş topal aslan ve devam etmiş:

"Öyle uzun bir kuyruğu var ki nereden baksak görünüyor. O kuyruğu salladıkça bizim de aklımız başımızdan gidiyor. Gözümüz dönüyor, sürüye saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Gelin verin onu bize bu mevzuyu burada kapatalım. Eskisi gibi barış ve huzur içinde iki taraf da hayatını sürdürsün."

Boz öküz yine istişare yapmış sürünün ulularıyla. Yine sadece benekli öküz olmuş karşı çıkan. Hepsi de "Verelim gitsin" demişler...

İstişare daha da kısa sürmüş bu defa. Dışlamışlar uzun kuyruğu sürüden.

Saatler sürmüş zavallının çırpınışları ama sonunda o da yenik düşmüş aslanlara.

Tekrar tekrar yinelenmiş bu olanlar. Her geçen gün daha da semirmiş aslanlar, alabildiğince güçlenmişler.

Öküzlerse her geçen gün daha da zayıflamışlar, seyreldikçe seyrelmişler.

Aslanlar küstahlaştıkça küstahlaşıyorlarmış. Artık bir sebep bile söyleme gereği duymuyorlarmış. "Verin bize şu öküzü sonra karışmayız" derlermiş sadece.

Zavallı öküzlerin "Hayır" diyebilecek güçleri kalmamış. Hepsi birer birer can veriyorlarmış aslanların pençesinde. Boz öküz de aralarında olmak üzere birkaçı kalmış en sona.

"Ne oldu bize, ne zaman kaybettik bu harbi aslanlara karşı, oysa ne kadar da güçlüydük?" diye sormuş biri boz öküze. "Biz" demiş boz öküz, gözleri nemli ve sesi pişmanlıkla titreyerek, "Sarı Öküz'ü verdiğimiz gün kaybettik bu kavgayı!"

50- HÜKÜMDAR VE ÜÇ HEYKEL

İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek birbirlerine zekâ gösterisi yaparlardı.


Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.


Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu. Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar:


“-Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.”


Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.


Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.


Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.


Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.


Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:


“Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.”

51- İYİ AVUKAT ADAMI İPTEN KURTARIRMIŞ

Yer, İngiltere.


Birkaç yüzyıl öncesi.


Adamın biri cinayetten içeri atılır. Bir avukat bulunur adama.


İlk görüşmelerinde avukat "Merak etme seni kurtaracağım" der.


Adam da avukata güvenir ve mahkemeye çıkar.


Karar ise idamdır!


Adam doğal olarak avukatına kızar, köpürür. "Hani beni kurtaracaktın?" der.


Avukat da "Sen merak etme. Bu daha bir şey değil. Temyiz var. Seni kurtaracağım" yanıtını verir.


Dava temyize gider.


Ama mahkemenin verdiği idam kararı bozulmaz, tersine onaylanır!


Adam yine avukatına döner ve sorar:

"Hani temyizde beni kurtaracaktın?"


Avukat gayet sakin biçimde, "Dur daha, bu karar Avam Kamarası'nda oylanacak. Seni kurtaracağım" der.


Dava Avam Kamarası'na (Meclis'e) gider, ama orada da idam onaylanır!


Daha sonra Lordlar Kamarası ve Kraliçe de idamı onaylar, adam kurtulamaz.


Kraliçenin onaylaması ile darağacı kurulur, adamı sandalyeye çıkarır, boynuna ipi geçirirler.


Bu sırada avukatı ile göz göze gelen adamın öfkesi bakışlarına yansımıştır.

Avukat ise hala son derece sakindir.


Gözleriyle işaret ederek, merak etmemesini, onu kurtaracağını anlatmaya çalışır.


Adamın ise artık umudu kalmamıştır.


Cellât gelir, adamın altındaki sandalyeyi iter ve talihsiz adam boynuna geçirilen ipte sallanmaya başlar.


O sırada avukat, kalabalığı yararak darağacına doğru koşmaya başlar. Merakla ne yapacağını anlamaya çalışan cellâdı bir hamlede geçer, ipi keserek adamı kurtarır.


Doğal olarak ortalık karışır, bu kez hem idam mahkûmu hem de avukatı yakalanır.


Avukata bunu neden yaptığı sorulunca yanıtı şöyle olur:


"Bu adam idam mahkûmuydu. Siz de onu idam ettiniz. Adamın ölüp ölmemesi sizi ilgilendirmez. Kanunda 'idam edilir' yazıyor. 'İdam edilerek ÖLDÜRÜLÜR' yazmıyor. İdam gerçekleşmiştir!"


Bu sözler üzerine adamı tekrar idam etmeye cesaret edemeyen yetkililer konuyu Kraliçe'ye iletirler. Kraliçe, zekâsından dolayı avukatı kutlar ve adamı affeder.



Bu olaydan sonra, ilgili kanun maddesi değiştirilerek "İdam edilerek ÖLDÜRÜLÜR" biçiminde yeniden düzenlenir.

52- EĞİTİM Mİ ÖNEMLİ, CİBİLLİYET Mİ?

Padişah vezire sormuş;

- Vezir! demiş.

- Eğitim mi önemli? Cibilliyet mi?

Vezir düşünmeden cevap vermiş,

- Cibilliyet padişahım!

Padişah memleketin dört bir yanında tellallara çağrı yaptırmış,

"Duyduk duymadık demeyin! En iyi hayvan eğiticisine yüz kese altın!"

En iyi hayvan eğiticisi padişahın karşısına çıkartılmış;

Padişah hayvan eğiticisine sormuş;

- Bir kediye tepsiyle servis yapmayı ne kadar zamanda öğretebilirsin?

- Altı ayda öğretirim padişahım demiş eğitici...

Altı ay süre geçtikten sonra eğitici huzura alınmış, sormuş padişah;

- Eğittin mi?

- Evet, padişahım eğittim öğrettim demiş eğitmen.

Saray erkânı toplanmış; kedi elinde tepsiyle servis yapmaya başlamış. Tam vezirin önüne gelmiş padişah yine sormuş vezire,

- Vezir! demiş, eğitim mi önemli cibilliyet mi? demiş ve;

Vezir henüz padişahın sorusuna cevap vermeden önce cebinde sakladığı fareyi yere bırakmış padişah...

Kedi elindeki tepsiyi fırlattığı gibi farenin peşinde koşmaya başlamış...

Tabii ki altı aylık eğitim de boşa gitmiş...

Vezir cevap vermiş;


- Cibilliyet padişahım!

53- YALNIZCA KIZIM BANA KAPIYI AÇACAK

Evliliklerinin ilk gününde kadın ve kocası kapıyı kimseye açmamaya karar verip anlaştılar. İlk olarak o gün damadın anne ve babası evli çiftleri görmeye geldi, kapının hemen ardındaydılar. Kadın ve kocası birbirlerine baktılar, adam kapıyı açmak istedi ama eşi ile yaptığı anlaşma gereği kapıyı açmadı, böylece anne babası daha fazla beklemeyip gittiler. Aynı gün içerisinde bir süre sonra, gelinin ailesi geldi. Eşler anlaşmaya rağmen birbirlerine baktılar. Gelin gözyaşları içerisinde, bunu yapamam diye fısıldayıp kapıyı açtı. Eşi hiçbir şey söylemedi.


Yıllar sonra 4 oğlan çocuğunun ardından 5. olarak kız çocukları dünyaya geldi. Baba yeni doğan kız çocuğu için büyük bir kutlama yapmayı planladı ve tüm tanıdıklarını davet etti. Sonra o gece eşi kocasına diğer dört çocuğa böyle bir kutlama yapmadığı halde neden bu sefer böylesine bir kutlama yapmak istediğini sordu. Eşi basit bir yanıt verdi;


Çünkü yalnızca kızım bana kapıyı açacak.

54- ALIN TERİ

Evlenmek isteyen genç, niyetini ailesine açtığında, babası ona şöyle dedi:


- Elbette evlenebilirsin. Bana kendi alın terinle kazandığın bir altını getirdiğinde, seni hemen evlendireceğim.


Delikanlı babasının bu sözlerine gülümsedi. Ne kadar da kolay bir sınavdı bu böyle. Ertesi gün, istenilen altın lirayı götürüp gururla babasının avucuna koydu. Babası hiçbir şey söylemeden, altını evlerinin yanından akan nehre fırlattı.


Çocuk, altının düştüğü nehre şaşkınlıkla bir iki saniye baktıktan sonra, babasına sordu:


- Şimdi evlenebilirim, değil mi babacığım?


Babası başını iki yana salladı:


- Hayır oğlum. Sana kendi alın terinle ve emeğinle kazandığın bir altını getirmeni söylemiştim. Bu altını sen kazanmamışsın ki!


Delikanlı babasının gerçeği nasıl keşfettiğini anlayamamıştı. Sahiden de, parayı bir arkadaşından ödünç almıştı. Ertesi gün, bu defa annesinden bir altın borç aldı ve hemen babasına götürdü. Babası altını aldı ve gene nehre fırlattı. Delikanlı bir kez daha şaşırmıştı:


- Bunu niye yapıyorsun baba, anlamadım. Ama sana bir altın getirmiş oldum, artık evlenebilir miyim?


Babası izin vermedi oğluna:


- Bu altını da sen kazanmamışsın!


Genç, babasını kandıramayacağını anlayınca, bir iş bulup çalışmaya ve altını kendi emeğiyle kazanmaya karar verdi. Günler geçti ve kazandığı bir altını babasına götürdü. Babası her zamanki gibi parayı nehre atmaya hazırlanıyordu ki, oğlu can havliyle onun kolunu tuttu ve bağırdı:


- Hayır baba! Altını nehre atamazsın! Onu kazanmak için günlerce çalıştığımı ve sırtımın ağrılar içinde kaldığını biliyor musun sen?



Babası, yüzünde ışıltılı bir gülümseme ile elini oğlunun omzuna koydu ve “İşte şimdi evlenebilirsin, oğlum” dedi. “Çünkü, emeğinin karşılığı olan bu altının değerini artık biliyorsun ve eminim ki onu akıllıca harcayacaksın.”

55- GÖRMEK İÇİN GÖZLER YETMEZ

Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:

- Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler.

Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:

- Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.

Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.

Çocuk:

-Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.

- İyi ama demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?

- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik manolyalar da atılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.

Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini.

Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:

- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki.

Sizinkiler sağlam öyle değil mi?

Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:

- Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.

56- E-MAİL ADRESİM OLSAYDI

Bir işsiz, Microsoft'un temizlikçi için verdiği iş ilanına başvurur,

Personel şefi kısa bir iş görüşmesini takiben ve test (yer temizletme) yaptıktan sonra şunu söyler:"

-İşe kabul edildin, bana e-mail adresini ver, sana başlama tarihini ve getireceğin evrakları bildireceğim"

Adam boynu bükük bir şekilde bilgisayarının ve tabii ki e-mailinin olmadığını söyler.

Personel şefi bu durumda kendisinin sanal olarak yaşayan birisi olarak düşünülemeyeceğini ve yaşamayan birisini de işe alamayacağını yüzüne vurur.

Adam ne yapacağını bilmez ve kırgın bir şekilde ve cebinde sadece 10$ ile dışarı çıkar.

Sebze haline gidip 10 kg. domates almaya karar verir, kapı kapı dolaşarak domatesleri satar ve sermayesini iki katına çıkarır.

Bu işi üç kere daha yapar ve sermayesini 160$'a yükseltir.

Artık bu şekilde yaşamını devam ettirebileceğine kanaat getirir.

Her sabah evinden biraz daha erken çıkar ve daha geç döner. Her gün parasını katlamakla meşguldür artık.

Kısa bir zaman sonra bir el arabası satın alır, daha sonra bunu bir kamyonla değiştirir.

Bir süre sonra bir sevkiyat filosunun sahibidir artık. 5 yıl sonra adam ABD’nin en büyük gıda distribütörü olmuştur.

Artık ailesinin geleceğini düşünür ve bir hayat sigortasına başvurur.

Görüşmenin sonunda sigortacı teklifini göndermek üzere e-mail adresini ister.

Adam e-mail adresinin olmadığını söyleyince sigortacı şöyle der:

-"Çok tuhaf, bir e-mailiniz olmadan böyle bir imparatorluk kurmuşsunuz, hele bir de e-mailiniz olsaydı ne olurdunuz kim bilir?

" Adam düşünür ve söyle cevap verir: "Microsoft da temizlikçi olurdum"

57- JAPON UZMANIN TOKAT GİBİ CEVABI

Dönemin Başbakanı Sayın Turgut Özal zamanında gerçekleşmiş bir olay şöyle anlatılır: Japon eğitim uzmanları gelmiş ve ülkemizin eğitim sistemini incelemiş, Sayın Özal'ın bürokratlarının da hazır bulunduğu bir ortamda raporlarını sunmuş ve sonuç olarak şunu söylemişlerdi: “Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!” Turgut Özal'ın “Nasıl?” sorusu üzerine şunu anlatmışlardı: “Biz Japonya'da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır Hiroşima ve Nagasaki'ye götürür, orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir deriz ki: Eğer siz çalışmaz, bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.”


Bürokratlardan biri atılır: “Ama bizim Hiroşima'mız yok ki!”


Japon uzmanın cevabı tokat gibidir: “Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”

58- BİR CİNAYET DAVASI

Mahkemede bir cinayet davası görülüyordu. Adamın katil olduğu hemen hemen kesindi, bunu gören davalı avukatının aklına bir şeytanlık geldi.


“Bayanlar baylar, hepinize bir sürprizim var” diyerek saatine baktı, “tam bir dakika sonra, müvekkilim tarafından öldürüldüğü iddia edilen kişi bu mahkeme salonundan içeri girecek.”


Bunun üzerine hâkim, seyirciler, bütün kafalar mahkeme salonunun kapısına döndü. Bir dakika geçti ve hiçbir şey olmadı.


Bunun ardından avukat:


“Bakın” dedi. “Ortaya bu iddiayı attım ve hepiniz heyecan içinde kapıya bakıp bir dakika boyunca beklediniz. Bu gösteriyor ki gerçekten ortada bir ölü olduğuna ve dolayısıyla müvekkilimin katil olduğuna sizler tamamıyla inanmış değilsiniz.”


Ve bu sözün ardından hâkim kararını açıkladı ve adamı suçlu buldu. Avukat şok içinde:


“Ama nasıl olur? Az önceki gösteriden hepiniz etkilendiniz hepinizin kapıya baktığını gördüm!”


Hâkim:


“Evet, doğru hepimiz baktık” dedi, “ama müvekkiliniz bakmadı.”

59- YAŞLI MARANGOZ

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. Yıllardır yanında çalıştığı müteahhidini de çok seviyordu ama artık bu işlerden iyice bıkmıştı.


İşi bırakmak ve emekli olmak istediğini çok sevdiği müteahhide söyleyince müteahhit çok üzüldü bu duruma. Ve ondan, kendisine son bir ev yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti ama gönlünden gelerek çalışmıyordu. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Mesleğinde zirve olmanın hiçbir izini taşımayan bu evi normalinden de kısa sürede bitirdi.


İşini bitirdiğini müteahhide söyleyince müteahhit de şaşırmıştı. Çünkü şimdiye kadar bu kadar kısa bir sürede hiçbir evi teslim edememişti patronuna. Müteahhit, evi gözden geçirmek için geldi. Evi baştan sona dolaştıktan sonra dış kapının anahtarını marangoza uzattı. “Bu ev senin” dedi, “yıllardır bana ettiğin hizmetlerin karşılığı olarak sana benden hediye.


Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı. Eğer yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi ne de güzel, özenerek yapardı onu!


Hayat bizim için de bazen böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda yaptığımız işe, elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da şoka girerek kendi yaptığımız o baştan savma evde yaşayamayacağımızı anlarız.


Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Tekrar bu hayatı yaşayabilsek çok daha farklı ve hatasız yaşamaya çalışırız. Ne var ki; hayata geri dönüş ve tekrar bir şeyler yapabilmek mümkün olmaz hiçbir zaman.


Marangoz sizsiniz. Müteahhit ise bize ömrümüzün sonunda dünyada yaptıklarımızın karşılığını verecek olan Rabbimiz.


Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da duvar dikersiniz ama o evi kendinize yapar gibi yaparsanız çok güzel bir eser meydana getirirsiniz.


Bugün yaptığımız davranış ve seçimler, yarın belki de içinde ebedi yaşayacağınız evi kurar bizlere. Öyle ise onu akıllıca ve gönlünüzden gelerek yapın. Ne müteahhide karşı mahcup olun, ne de kendinize karşı.

60- BAŞKA BİR KADIN

21 senelik evlilikten sonra “aşk ışıltısını” canlı tutmanın yeni bir yolunu buldum. Bir süre önce, başka bir kadınla çıkmaya başladım ve bu aslında eşimin fikriydi. Bir gün eşim, beni çok şaşırtarak:


“Biliyorum ki onu seviyorsun” dedi.


Şiddetle itiraz ettim:


“Ama ben seni seviyorum!”


“Biliyorum ama aynı zamanda onu da seviyorsun. Ona da zaman ayırman gerekiyor”


Karımın, ziyaret etmemi istediği “öbür kadın”, 19 yıldır dul olan annemdi. İşimin yoğunluğu ve üç çocuğumun beklentileri sebebiyle annemi görme fırsatım pek olamıyordu. O akşam annemi yemeğe ve ardından sinemaya davet ettim. Endişelendi ve hemen;


“İyi misin, her şey yolunda mı” diye sordu.


Annem de geç saatte gelen bir telefonun veya sürpriz bir davetin mutlaka kötü bir anlamı olacağından şüphelenen tipte kadınlardandı.


“Seninle beraber ikimizin biraz zaman geçirmemizin güzel olacağını düşündüm” diye yanıtladım.


“Sadece ikimiz mi?” dedi. Biraz düşündü ve;


“Çok isterim” diye cevap verdi.


O Cuma, iş çıkışı onu almaya giderken kendimi biraz gergin hissediyordum. Eve vardığımda fark ettim ki o da, randevumuzdan ötürü hafif gergin görünüyordu. Kapısının önünde, paltosunu çoktan giymiş bir şekilde bekliyordu. Saçlarını yaptırmıştı ve üzerinde babamla kutladıkları son evlilik yıldönümlerinde giydiği elbise vardı. Bana melekler kadar ışıltılı bir yüzle gülümsedi. Arabaya bindiğimizde;


“Arkadaşlarıma oğlumla dışarı çıkacağımı söyledim ve gerçekten çok etkilendiler” dedi. “Randevumuzun nasıl geçtiğini duymak için sabırsızlanıyorlar.”


Gittiğimiz restoran, çok şık olmasa da sevimli, sıcak ve servisin kaliteli olduğu bir mekândı. Annemse, bir kraliçe edasıyla koluma girdi.


Yerimize oturduktan sonra ona menüyü okumam gerekmişti, çünkü küçük yazıları göremiyordu. Ben daha menünün ortalarındayken annemin nemli gözlerle ve nostaljik bir gülüşle bana bakmakta olduğunu fark ettim:


“Eskiden, sen küçükken, menüleri okuyan bendim, sense meraklı bakışlarla beni dinlerdin” dedi.


Ben de gülümsedim:


“O zaman, şimdi senin rahat rahat oturma sıran ve ben de okuyarak borcumu ödeyebilirim” dedim.


Yemek boyunca muhabbetimiz çok güzeldi, sıra dışı hiçbir şey olmadı ama eskilerden ve hayatlarımızdaki yeniliklerden bahsederek kaybettiğimiz zamanın birazını telafi etmeye çalıştık. O kadar çok konuştuk ve eğlendik ki film saatini kaçırdık. Akşam annemi bırakırken;


“Seninle tekrar çıkmak isterim ama ancak bu sefer benim seni davet etmeme izin verirsen” dedi ve bir akşam tekrar buluşmakta karar kıldık.


Eve geldiğimde eşim yemeğin nasıl geçtiğini sordu:


“Çok güzeldi” dedim. “Düşünebileceğimin çok üstündeydi”.


Birkaç gün sonra annem aniden ciddi bir kalp krizi sonucu vefat etti. Bu o kadar ani gerçekleşmişti ki onun için bir şey daha yapma şansım olmamıştı.


Birkaç zaman sonra evime, annemle yemek yediğimiz restorandan, ödenmiş iki kişilik bir yemek faturası ve üzerine iliştirilmiş bir not yollandı:


“Oğlum, bu faturayı önceden ödedim, çünkü seninle kararlaştırdığımız randevu gününe gelemeyeceğimden neredeyse yüzde yüz emindim. Yine de iki kişilik bir yemek ayarladım çünkü bu sefer eşinle beraber gitmenizi istiyorum. Seninle olan o günkü randevumuzun benim için ne anlam ifade ettiğini bilemezsin. Seni Seviyorum.”


O esnada;


“Seni Seviyorum” demenin ve hayatta değer verdiğimiz insanlara hak ettikleri zamanı ayırmanın önemini anladım. Hayatta hiçbir şey ailenizden daha önemli değildir. Onlara hakları olan zamanı ve ilgiyi verin çünkü böyle şeyleri erteleyebileceğiniz “Başka bir zaman”ı her istediğinizde yakalayamayabilirsiniz.

61- KURT İLE KÖYLÜ

Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar.


Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar:


'Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler.'


Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü 'görmedim' der ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar.


'Çok teşekkür ederim' der kurt, 'Bana büyük bir iyilik yaptın' 'Önemli değil' der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye baslar. 'Bir dakika' diye seslenir kurt: Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok. Köylü şaşırır: 'Olur mu, ben senin hayatını kurtardım.'


'Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur' der kurt.

'Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım.'


Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler.


Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. ' Ne vefası ' der kısrak, 'Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya kovdu...


Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. 'Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim' der köpek, ' Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur...'


Kurt köylüye döner, 'işte gördün' der. Köylü de son bir çabayla 'Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye' diye cevap verir.


Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir.


'Her şeyi anladım da' der tilki 'Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?' Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar:


'Gözümle görmeden inanmam...'


İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar.


Köylü eline bir taş alır;


Beni yemeye kalktın ha! Nankör yaratık! diyerek, kurdu bir süre pataklar. Tilkiye döner;


Sana minnettarım, beni bu kurttan kurtardın. Tilki;


Benim için bir zevkti!


O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurda ayağıyla dürter:


Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş!

62- MUTLULUĞUN PEŞİNDE

500 kişi bir seminerdeydi. Birden konuşmacı durdu ve bir grup çalışması yapmaya karar verdi. Herkese bir balon vererek başladı. Herkes gazlı kalemle balonuna adını yazmalıydı. Sonra bütün balonlar toplandı ve bir odaya kapatıldı.


Katılımcılar odaya alındı ve 5 dakika içinde üzerine isimlerini yazdıkları balonu bulmaları söylendi. Herkes deli gibi kendi adını aramaya başladı, insanlar çarpıştılar, bir birlerini ittirdiler, tamamen bir kaos ortamı oluştu.


5 dakikanın sonunda kimse kendi balonunu bulamamıştı.

Konuşmacı bu sefer herkesin bir balon almasını ve üzerinde adı yazan kişiye o balonu vermesini söyledi. Bir kaç dakika içinde herkes kendi balonuna kavuşmuştu.


Konuşmacı dedi ki: "Yaşamımızda bunu görüyoruz. Herkes deli gibi mutluluğu arıyor ve nerede olduğunu bilmiyor. Bizim mutluluğumuz başkalarının mutluluğunda gizlidir. Onlara mutluluk verin; sizinki size gelir. Ve insanların yaşam amacı da budur... Mutluluğun peşinden gitmek."

63- DERVİŞ KAŞIKLARI

Dervişe bir gün sormuşlar:

– Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?

Size farkı gösteriyim deyip, önce sevgiyi dilden kalbine indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi sofrada yerlerini almışlar. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Derviş şöyle bir şart koymuş:

– Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.

Peki deyip çorbalarını içmeyi denemişler.

Fakat kaşıklar uzun geldiğinden sıcak çorbayı döküp saçmaktan hem kendilerini yakmışlar hem de ağızlarına bir damla bile götürememişler. En sonunda bakmışlar olacak gibi değil sofradan aç kalkmışlar.

Daha sonra derviş, bu defa sevgiyi gerçekten bilenleri yemeğe çağırmış. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş, sofraya oturmuş. Onlara da aynı şartı dile getirmiş.

Her biri uzun kaşığını çorbaya daldırmış, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak çorbalarını içmişler Böylece her biri diğerini doyurmuş ve sofradan afiyetle şükrederek kalkmışlar.

Derviş sevgiyi gerçekten yaşayanların farkını soranlara;

– İşte! Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında her zaman alan değil veren kazançlıdır.

64- BİR DERVİŞİN RÜYASI

Allah'ın sevgili kullarından bir DERVİŞ rüya görür; rüyasında kendisine şöyle denir:

-Sabah olunca, karşına ilk çıkanı ye, ikinci çıkanı sakla, üçüncü çıkanın dileğini kabul et, dördüncü geleni üzme, beşinciden de kaç!

Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti. Karşısına bir dağ çıktı. Bu koca dağı görünce şaşırdı. Kendi kendine şöyle dedi:

Rabbim bana bunu yememi emretti.

Sonra şöyle dedi:

Rabbim bana gücümün yetmeyeceği bir şeyi emretmez.

Onu yemeye karar verdi. Dağa doğru yürüdü. Yaklaştıkça dağ küçüldü. Tam yaklaştığı zaman koca dağ bir lokmaya dönüşmüştü. Onu tutup yedi, baldan tatlı buldu. Allah'a hamdetti, yürüyüp gitti. Karşısına altından bir leğen çıktı. Şöyle dedi:

Rabbim, bunu da saklamamı emretti. Bir çukur kazdı, onu gömdü. Yürüdü, az gittikten sonra dönüp baktı. Leğen toprak yüzüne çıkmıştı. Geri döndü, tekrar gömdü. Biraz gitti; baktı ki, yine çıkmış bir daha gömdü, yine toprak üstüne çıktı. Kendi kendine,

“Ben emredileni yaptım.” diyerek bırakıp gitti.

Karşısına bir kuş çıktı. Peşinden bir şahin onu kovalıyordu. Kuş ona şöyle dedi:

-Ey Allah'ın sevgili kulu, beni sakla. Bana yardım et.

Onu aldı. Koynuna sakladı. Peşinden şahin geldi; şöyle dedi:

-Ey Allah'ın sevgili kulu, ben açım. Sabahtan beri de bu kuşun peşindeyim. Onu yakalamak istiyorum. Kısmetime engel olma.

Kendi kendine şöyle dedi:

“Üçüncünün dileğini yapmam emri verildi, yaptım. Dördüncüyü üzmemem emredildi. Şimdi ne yapacağım?

Bu işe şaştı. Sonra bıçak aldı; kendi uyluğundan bir parça et kesti, şahine attı; o da kapıp kaçtı. Daha sonra kuşu saldı. Bundan sonra, yürüyüp gitti. Kokmuş bir leş gördü. Onu da bırakıp kaçtı. Akşam olunca şu duayı yaptı:

-Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işlerin manası ne ise bana bildir.

Daha sonra, rüyasında şöyle anlatıldı:

-Birinci görüp yediğin öfkedir. Önce koca bir dağ gibi görülür; sabırla öfke yutulursa, baldan tatlı olur.

İkincisi iyi amelindir. Ne kadar saklarsan sakla; yine meydana çıkar. Üçüncüsü, sana bırakılan bir emanettir, ona hıyanet etme. Dördüncüsü şudur: Bir insanın sana bir dileği ulaşırsa, onu yerine getir; isterse sana lâzım olan bir şey olsun. Beşincisi gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç.

65- BİR KAHVE HİKAYESİ

Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.

Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.

Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler:

‘Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı.

Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında.

Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. !

Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.

Hayat kahveye benzer, is, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayati tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yasadığımız hayatin kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de.

Bazen sadece bardağa odaklanarak kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.

Kahvenizin tadına varın!

En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.

66- HOROZ VE TİLKİ

“Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış.

Filmin adı ” Küçük Tavuk “. Bir kümes var. Kümeste bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor.

Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor.


Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar. Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor.


Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor.


Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor.Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor.


Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor.


Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor.


Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.”


Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse başlamış.


Sorular:

1-Kümes NERESİ?,

2-Yaşlı horozlar KİMLER?

3-Genç horoz KİM, şu anda neler yapıyor?

4-En önemlisi tilki KİM?


Buna göre içinde bulunduğumuz durumu sorgular isek binlerce yorum ortaya çıkar. Unutmayalım Ulusların dostları yok sadece çıkarları vardır.

67- GÜVEN

Zamanın birinde yaşlı bir adam ve dünyada tek sahip olduğu varlık olan, çok ama çok güzel bir atı varmış. Adam bir gün atıyla beraber bir yolculuğa çıkmış, yolculuk sırasında bir yerde dinlenirken yanına bir adam gelmiş ve ondan biraz ekmek ve su istemiş. Adam da bohçasında ne var ne yoksa beraber yiyebileceklerini söylemiş.

Oturmuşlar beraberce yemeklerini yemişler aynı kaptan su içmişler ve aralarında güzel bir muhabbet etmişler. Yemek ve muhabbetten sonra dinlenmek için biraz uzanmışlar.

Aradan zaman geçmiş, atın sahibi olan adam uyanmış bir de ne görsün, ne yemeği kalmış, ne suyu, ne de o çok sevdiği dünyalar güzeli atı var, hepsini almış gitmiş o çok güvendiği adam.

Yaşlı adam hiçbir şey söylemeden biraz bakmış boşluğa ve şöyle demiş:

-Ne ekmeğimi böldüğüme yanarım, ne suyumu böldüğüme, ne de o çok sevdiğim atımı götürdüğüne, hani o içimdekini götürdün ya…

68- HAYALLERİNİZDEN VAZGEÇMEYİN

Vakti zamanında bir kasabada, babası yaşadıkları çiftlikte uşak olan bir çocuk yaşarmış. Bu çocuğun da herkes gibi hayalleri varmış.

Bir gün okulda öğretmen öğrencilere “Gerçekleşebilecek hayalleriniz” konulu bir kompozisyon ödevi verir. Bizimkisi yazdığı kompozisyonda kısaca şunlardan bahseder. “İçinde yüzlerce atın bulunduğu bir çiftlik sahibi olmayı hayal ediyorum. Hatta çiftliğin krokisini bile çizdim. Bu nedenle okul hayatım devam ederken bir yandan bu krokiyi geliştireceğim, bir yandan da para biriktirip büyük şehirlere gidip bu projeme parasal destek arayacağım. Sonra aldığım destek ile ilk önce çiftliğin altyapısını kuracağım, sonra zengin at sahiplerinin atlarını burada ağırlayıp onlardan para kazanacağım.” yazar ve ödevini verir. Sonuçlar açıklanır. Aldığı not sıfırdır.

Çocuk sorar nedenini. Öğretmen, bu hayalin gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını, durumlarının iyi olmadığını ve kimsenin bu krokiyi dikkate almayacağını iddia ederek yeniden aynı konuda bir kompozisyon yazmasını ister. Çocuk eve gelir ve babasına ödevini gösterir. “Baba, ben hayallerimi değiştirmek istemiyorum.” der. Babası “Oğlum, hayat senin. Eğer bu hayalin seni mutlu edecekse daima kararlı ve güçlü ol. Buna inan ve değişme!” diye cevap verir.

Ertesi gün çocuk aynı kompozisyonu değiştirmeden öğretmene verir. Öğretmen bakar aynı şey. “Neden değiştirmedin?” der. Çocuğun cevabı şöyledir;

“Öğretmenim siz sıfır vermekten vazgeçmeyin ben de hayallerimden.”

69- BAKIŞ AÇISINI DEĞİŞTİRMEK!

Çin’in Guangzhou kentinde bir banka soygunu.


Soygunculardan biri bankadakilere bağırır: “Kımıldamayın. Para devletindir, ama hayatınız sizindir.”


Herkes sessizce yatar. Bunun adı “Zihin Değiştirme Kavramı”dır. Alışılmış düşünce tarzını değiştirmek.


Bu arada müşterilerden bir kadın bir masanın üzerine yatmıştır. Ama bacaklar ortada. Soyguncu bağırır: “Edebini takın. Bu bir soygun, ırza geçme değil!”


Bunun adı “Profesyonellik”tir. İşin neyse onun üzerinde yoğunlaş!


Soyguncular paraları yüklenip eve kapağı atmışlar. Daha genç olanı (MBA derecelidir) daha yaşlı olanına (ki bu ise 6 yıl ilkokuldan sonra terk): “Abi, hadi şu paraları sayalım,” der. Daha yaşlı olanı der ki: “Çok aptalsın be. Bu kadar para oturup sayılır mı? Bu akşam zaten TV haberlerinde kaç para çaldığımızı öğreniriz.”


Buna “Deneyim” derler! Günümüzde deneyim kağıt diplomalardan çok daha önemlidir.


Soyguncular bankadan kaçtıktan sonra Şube Müdürü, Şube Şefine hemen polisi aramasını söylemiş. Şef demiş ki: “Durun hele Müdürüm. Alacaklarını aldılar. Biz de bir 10 milyon daha alıp daha önce iç ettiğimiz 70 milyon dolara ekleyelim, ne dersiniz?”


Buna “Dalgayı yakalamak” derler. Berbat bir durumu kendi lehine çevirmektir bu!


Müdür der ki: “Yahu, her ay bir soygun olsa harika olurdu. Ne eğlenirdik!”


Buna “Sıkıntılardan kurtulmak” derler. Kişisel mutluluk işinden çok daha önemlidir.


Akşam TV haberleri bankadan 100 milyon dolar çalındığını açıklamış! Çaldıkları paranın çok daha az olduğunu bilen soyguncular oturup saymışlar parayı… Tekrar tekrar saymışlar. Bakmışlar hepsi topu topu 20 milyon! Çok kızmışlar bu işe:


“Biz hayatımızı tehlikeye atıp 20 milyon çalabildik. Banka Müdürü bir el hareketiyle 80 milyon götürdü. Galiba soyguncu olmak yerine doğru dürüst eğitim görmek daha iyiymiş!”


Bu “Bilgi altından daha değerlidir” demektir.


Banka Müdürü çok mutludur. Özellikle bir süre önce borsada kaybettiklerini geri alabildiği için.


Buna “Fırsatları kullanmak” derler. Kazanmak için risk almak gerekir.

70- ÇARIKÇI KAMBUR'UN HİKAYESİ

Eski Yunanistan’ın Teb şehrinde bir sabah insanları isyan ettiren bir cinayet işlenmiş.

Şehrin soylu ailelerinden birinin yakışıklı iyi eğitim almış genç oğlu, avam sınıftan çirkin yaşlı bir kambur tarafından şehir meydanında nedensizce ve vahşice kafasına çekiçle vurularak öldürülmüş. Maktul, şehirde çok sevilen, geleceği parlak, yakışıklı kısacası tanınan bir delikanlı imiş. Belki de bu yüzden insanlar çok öfkelenmiş, isyan etmişler. Kadınlar ve genç kızlar ölünün arkasından oluk oluk gözyaşı dökmüşler. Gencin arkadaşları katili linç etmek istemişler ama Teb şehri nin yargıçları ve yöneticileri gelenekleri hatırlatarak adil bir yargılamanın gerekliliğini savunmuşlar.

Katil o güne kadar kimsenin dikkatini çekmeyen kambur, bir gözü kör, bodur, çirkin az konuşan bir adammış. Daha önce hiç bir suça karışmamış silik bir adam. Şehrin meydanının köşesindeki tezgahında çarık yaparak satar kıt kanaat geçinirmiş.


İşte bu adamı şehrin geleneklerini korumak ve gençlere öğretmek uğruna yargılamaya karar vermişler ama kimse mahkemede çarıkçıyı savunmak istemiyormuş. Çaresiz Atina”dan bir avukat çağırtmışlar. Çünkü çarıkçıyı asmadan önce usülen bile olsa yargılamak gerekiyormuş.

Atina'dan gelen genç avukat önce olayı dinlemiş sonra da çarıkçı ile hücresinde görüşmüş ve dava gününü beklemeye başlamış.


Dava günü şehrin meydanında kurulan mahkemede önce savcı kısa bir suçlama konuşması yapmış. Halkı o denli galeyana getirmiş ki yargıç ve kolluk güçleri halkı zaptetmek ile bir hayli uğraşmışlar. Sonra söz savunmaya gelmiş. Herkes dikkat kesilmiş. Atina'dan gelen genç avukat kürsüye çıkmış ve yüksek sesle şunu söylemiş:

"Teb şehrinin soylu ve bilge yargıçları önünüzde saygı ile eğilirim. Sizlere Atina şehrinin yargıçlarının selamlarını getirdim."


Bu güzel sözler, doğrusu herkesi etkilemiş ve yargıç Atina şehrinin yargıçlarına hitaben kısa bir teşekkür konuşması yapmış. Sonra avukat savunmasına devam etmiş:

"Teb şehrinin adil savcıları önünüzde saygı ile eğilirim. Sizlere Atina şehrinin savcılarının selamlarını getirdim"


Savcılar başlarını eğip selam vermişler, avukat devam etmiş: "Teb şehrinin aziz mahkeme görevlileri önünüzde saygı ile eğilirim. Sizlere Atina şehrinin mahkeme görevlilerinin selamlarını getirdim"


İnsanlar bu garip savunma karşısında mırıldanmaya başlamışlar ama avukat çarıkçının iki yanındaki askerlere dönüp devam etmiş; "Teb şehrinin aziz askerleri önünüzde saygı ile eğilirim. Sizlere Atina şehrinin askerlerinin selamlarını getirdim"


Mırıldanmalar homurdanmalara dönüşmüş ama avukat devam etmiş; "Teb şehrinin aziz yurttaşları önünüzde saygı ile eğilirim. Sizlere Atina şehrinin yurttaşlarının selamlarını getirdim"

"Eh artık selam söyleyecek kimse kalmadı" diye düşünmüş herkes dikkatle arkadan gelecekleri dinlemeye başlamışlar;

"Teb şehrinin sevgili çocukları önünüzde saygı ile eğilirim. Sizlere Atina şehrinin çocuklarının selamlarını getirdim"


İşte bu bardağı taşıran damla olmuş, herkes isyan etmiş ve bağırmaya başlamış hatta bazıları avukatın başına bir şeyler atmaya bile başlamışlar. Yargıç geleneklere rağmen çok kızdığından halkın öfkesini boşaltmasına bir süre izin verip avukatı uyarmış;

“Genç dostum lütfen artık savunmanıza başlayın selam faslını keselim"


Avukat bu uyarı üstüne bir süre seslerin kesilmesini beklemiş ve sonra da kendinden emin şunları söylemiş;

"Ben zaten savunmamı yapıyorum sayın yargıç. Biraz evvel sizin de teslim ettiğiniz gibi soylu ve güzel sözler, selamlar ve sevgiler iletiyorum"


"Evet ama sıktınız artık" diye cevap vermiş yargıç ve ilave etmiş; "Görmüyor musunuz sabırlar taştı halk isyan ediyor"


"Anlatmak istediğim de bu sayın yargıç" demiş avukat "Güzel ve soylu sözlerim bile tekrarlanınca sizleri sıktı ve isyana sevk etti. Yurttaşlardan bazıları ellerine fırsat geçse beni dövebilirler bile.” Biraz durmuş sonra yavaşça tekrarlamış “Anlatmak istediğim de bu."


Herkes dikkat kesilince sürdürmüş konuşmasını "Maktul her gün yanımda oturan çarıkçının tezgahının önünden geçerdi ve bu zavallı adamı görünce onu nasıl selamlardı bilir misiniz?"

İşte bu noktada avukat sesini alaycı bir tona soktu ve çarıkçıya dönerek;

"Hey kambur nasılsın?" Bir an sustu ve sürdürdü "Sonra evine dönerken yine çarıkçının yanından geçer ve tekrarlardı." Yine alaycı bir sesle "Hey kambur tek gözüne iyi bak ha," Herkes başını önüne eğmiş için için ağlayan çarıkçıya bakmaya başlamıştı "Ve sonra başkalarının yanında şunu da derdi" Yine kışkırtıcı bir sesle kambur çarıkçıya dönerek " Hey kambur sen bu boyla çarıkçı olacağına baca temizleyici olmalıymışsın. Hiç olmazsa çirkin yüzünü isten görmezdik. Ha ama unuttum bu kamburla bacaya sığmazsın sen değil mi?. Ve daha neler neler söylerdi tekrarlamaya dilim varmıyor."


Meydanda çıt çıkmıyordu artık. Avukat devam etti;

"İşte böyle aşağılayıcı sözcüklerle her gün selamlanmak ne demektir bilir misiniz?" Bir an sessizlikten sonra seyircilere doğru yürüdü ve sürdürdü " Kaderinize küsmüş yalnız ve yoksul olduğunuzu düşünün, kimsenin bakmak istemediği kadar çirkin ve ümitsizsiniz ve sizinle her gün tek konuşan, tek selam veren kişi bu zavallılığınızı sürekli yüzünüze vuruyor. Bir düşünün ne hissederdiniz?"


Avukat yarattığı tesirden artık emindi. Meydanda tek duyulan ses çarıkçının gizlemeye çalıştığı hıçkırıklarının sesi idi.

Küskün bir sesle; "Ben ise sizleri sadece güzel sözlerle selamlamak istemiştim. Buna bile sıkıldınız."


Durdu, arkasını döndü ve yargıca dönüp;

"Herneyse savunmam bu kadar sayın yargıç." dedi.